30 Haziran 2017 Cuma

Yetenek, özgüven, rahatlık…

1940’ların sonu… Haydarpaşa Lisesi’nde bir delikanlı çok iyi basketbol oynar.
Delikanlı hemen keşfedilir. Fenerbahçe Genç Erkek Basketbol Takımı’nda ilk kez forma giyer. Keza Milli Takımda da.
Gün gelir; Fenerbahçe Genç Futbol Takımı, Edirnespor ile yapacağı karşılaşmada oynatacak futbolcu bulamaz.
Yöneticiler basket takımından iki oyuncu alır, futbol maçında oynatırlar.
Biri santrafor olur, diğeri kaleci. Santrafor oynayan gencin adı Can Bartu’dur.
4 gol atar genç adam.
Fenerbahçeli yöneticilerin ağzı açık kalır.
‘Bırak şu basketi, gel futbol oyna’ derler.
Teşekkür eder delikanlı, ‘‘Basketi daha çok seviyorum’’ karşılığını verir.
Aslında her oyunla arası iyidir. Futbol, basketbol, masa tenisi...



CANI İSTERSE OYNAYANGİLLERDEN

Sporun her alanındaki yeteneğine ilişkin küçük bir örnek verelim.
Bir gün Fenerbahçe, Mano Palas’ta kamp yapar.
Can Bartu da arkadaşlarıyla masa tenisi oynamaktadır.
Derken bir İtalyan gelir ve Sinyor Bartu’yla oynamak ister.
Can abimiz kazanır.
İtalyan bir daha oynamak ister. Can Bartu yine kazanır.
Arkadaşı gelir İtalyan dostumuzun. Can abimiz onu da yener.
Bir diğeri, bir diğeri derken… İtalyanların hepsi boynu bükük ayrılır salondan oturur bir köşeye.
Daha sonra bir ihtiyar gelir Can Bartu’nun yanına.
Sitem eder. ‘‘Sinyor Bartu ne yaptınız siz? İtalyan Masa Tenisi Milli Takımımızın bütün oyuncularını yenmişsiniz. Çocukların morali yerlerde’’
Can Abimizin cevabı: Niye şaşırdınız bu kadar? Ben iyi oynarım.

YETENEK, ÖZGÜVEN, RAHATLIK…

Bir küçük örnek daha verip kariyerinden devam edelim.
Arkadaşıyla dışarıda oturur.
Kendisi yaşlarında biri gelir yanına, ‘‘Beni hatırlandın mı? Aynı takımda oynuyorduk. Savunmadaydım hani?’’ der.
Can abi hatırlamaz ama idare eder.
Daha sonra arkadaşı sorar: Kimdi o?
Takım kaptanı Bartu’dan cevap: Ne biliyim hatırlamadım. Arkalarda bir yerde oynuyormuş’’

KARİYERİNE DEVAM

En yakın arkadaşları Galatasaraylıdır. Genç takımda oynaması için bir gün Can Bartu’nun sırtına sarı kırmızı formayı geçiriverir.
O maçta tam 9 gol atar!
Fenerbahçeli yöneticiler çılgına döner.
‘Bunu nasıl yaparsın! Madem futbol oynayacaksın Fenerbahçe formasıyla oyna
Rakibimizde değil’
Sinirlenmekte haklılar zira, genç adam o 9 golü Fenerbahçe ağlarına yollamıştır.
Tek şart koşar: Futbol oynayacak ama basketi de bırakmayacaktır.
‘Yapabilir misin?’ diye sorduklarında, ‘Ben yaparım’ cevabını verir.
YAPAR DA
1955-61 arası Fenerbahçe’de oynar.
Futbolu da basketbolu da bir arada oynayan ilk ve tek sporcudur.
Yer Mithatpaşa Stadı, saat 14.30…
Fenerbahçe – Beşiktaş maçı.
Fener 4-2 kazanır. 2 gol atar Bartu.
Maçında ardından eşofmanları değişir.
Koşa koşa Harbiye Spor Salonu’ndaki Fenerbahçe – Galatasaray basketbol maçına yetişir.
Oyuna girer ve 36 sayı atar. Fener yine kazanır.
Onun için derler ki, ‘‘Avrupa çapında bir futbolcuydu ama basketbolda kalsaydı dünya çapında basketbolcu olurdu.
Zamanla ünü Türkiye’yi aşar tabi.
İtalyanlar çalar kapıyı.
Can Bartu, Fiorentina’nın yolunu tutar.
Daha sonra sırasıyla Venezia ve Lazio formalarını giyer.
3 yıl top koşturur Lazio’da. Başarılıdır da.
İtalyanların saygısını kazanır Sinyor Bartu.
Bizimse gururumuzdur.
Lazio – Glasgow Rangers Avrupa Kupası finalinde forma giymiştir.
Türk futbolcusu için bir ilktir.
Milli takım formasını da terletir.
67’de döner Fenerbahçe’ye.
Kariyerinin son döneminde yine sarı lacivertli formayı terletir.
70’te ise futbolu bırakır, spor yazarlığına başlar.



TAÇSIZ KRAL’IN FORMASI

Ancak arada bir maç vardır ki, yine Galatasaray formasını giyer.
Türk futbol tarihinin en özel maçlarından biridir bu.
Metin Oktay, jübile yapmak ister.
Taçsız Kral’ın jübilesine de ancak Fenerbahçe gibi bir rakip yaraşır.
Kral, talebini Fenerbahçe Asbaşkanı Eşref Aydın’a iletir.
Talep kabul olur ancak, bir şartı vardır.
Eşref Aydın der ki, ‘‘Fenerbahçe taraftarı seni çok seviyor Metin. 10 dakikalığına da olsa Fenerbahçe forması giyer misin?’’
Kral, asaletini konuşturur yine: Şeref duyarım.
Böylece maçın 10 dakikalık bir bölümünde Taçsız Kral sarı lacivertli formayı, sahada ona yakışan rakip olarak da kaptan Can Bartu sarı kırmızılı formayı giyer.

Forma değiştirdikleri andan bir kare.

Neyse, biz Taçsız Kral’ın hikâyesini bir başka yazıda ele almak üzere burada bırakalım.

GEÇMİŞ OLSUN

Can Bartu şu anda 81 yaşında.
Salı günü korkuttu sevenlerini.
Yoğun bakıma alındığını okuduk haberlerde.
Neyse ki, hayati tehlikesi yokmuş.
Geçmiş olsun yaşayan efsane.
Allah sağlıklı, nice günler nasip etsin.
Senin gibi sporcular bu dünyadan göçünce değil, asıl sen hayattayken hatırlanmalı.


23 Haziran 2017 Cuma

Uyan Oblomov uyan!

İlya İlyiç Oblomov, Rus yazar Gonçarov’un kaleminden dökülen bir karakter. Tembelliğin ete kemiğe bürünmüş halidir kendileri.
Raskolnikov, Prens Mişkin, Bazarov… Hepsi de Rus edebiyatının efsane karakterleridir.
Ancak hiçbiri Oblomov kadar şark yansıması olamaz.
Doğu ile batı arasındaki farkın özüdür Oblomov.
1850’lerde sallanmakta olan, ha yıkıldı ha yıkılacak denilen feodalitenin ferdidir.
Soylu, çiftlik sahibi, köleleri var… Fakat o her şeyi kâhyasına bırakır ve büyük şehre gider.
Kölesi pişirmiş o yemiş, kölesi dikmiş o giymiş. Hiç zoru görmemiş.
Şehirdeki insanların iradesini, hayata karşı mücadelesini görünce afallamış.
Öyle ki günden güne miskinleşmiş.
İradeyi yastık, mücadeleyi de yorgan yapıvermiş kendine.
Tembel adam, işten kaçar. Rahatı bulunca keyfi yerine gelir.
Lâkin Oblomov’da durum biraz farklıdır. İşsizlikten bile zevk almaz.
Sadece hayal kurar, uygulamaya asla geçmez. Acizdir.
Farkındalık seviyesi de fena değildir. Ne mal olduğunu bilir.
Ama DNA’sına işlemiş tembellik. Ataları kazanmış, mal mülk sahibi olmuş. ‘Ne kadar boş vaktin varsa, o kadar mutlusun’ geleneğiyle büyümüş.
İşte bu yüzden Oblomov gibi niceleri, sanayileşen Rusya’ya bir türlü adapte olamadı. Çalışmadı Oblomov, fedakârlık yapmadı. Yapamadı. O sebepledir ki, anasının rüyalarında devlet adamı dostumuz memur dahi olamaz.
Arkadaşı Ştoltz ise tam tersi bir portre çizer.
Yeni Rusya’nın ihtiyacı olan profildir kendisi.
Ne Rus’tur ne de feodal bebesi.
Derinlikten yoksundur, biraz bayağıdır da. Ama çalışkandır, mücadelecidir.
Kazanır, hayat kavgasını. Makam, para ve huzur. Teker teker elde eder.
Oblomov’la kardeş gibidir ama Onu hiç anlamaz. Oblomov’da onu anlamaz.
Bir yerde, eski Rusya ve yenisinin tezahürü gibiler. Bu zıtlığı, Avrupa – Rusya denklemi üstüne de oturtabiliriz.
Yazar Gonçarov’un Rusya ile Avrupa arasında safı bellidir. O Avrupa’dan yanadır. Bu Rus edebiyatında pek görülmüş iş değildir. Tolstoy, Dostoyevski, Gogol ve dahası milli değerlere sahip çıkarlar. Bil hassa Tolstoy. Ştoltz’u yolda görse, iki eliyle gırtlağına sarılırdı heralde.
Şaşırtıcı gelir, ama gelmesin. Ruslar Oblmov’u sever, Ştoltz’u değil. Sebebi de aşikâr olsa gerek. Asır geçse de, şartlar değişse de insanlar değişmiyor. Gonçarov’un da hakkını teslim etmek gerek. Oblomov’un iç dünyasını öyle bir anlatır ki, okurken aynı miskinliği iliklerinize kadar hissedersiniz.
Rusya’da günlük konuşma diline pelesenk olmuş ifadelerle dolu bu roman bize tanıdık gelir aslında.
Bu aciz adamı ortaya çıkaran tarihsel süreç yakın zamana kadar bizde de işledi tıkır tıkır.
Anadolu’nun bağrından kopup hayallerle İstanbul’a gelen ve açıktan kalan Oblomov’lardan bizde de çok var.
Şehirleşme, Batılılaşma, sanayileşme yolunda adım atmak isteyen her toplum yaşar bu Oblomov sendromunu.
Bu kafa bir anda ortaya çıkmadığı gibi bir anda da yok olmaz.
Yok olmadığı gibi giderek çoğalıyor da.
Çoğaldıkça da kalıcı hale geliyor.
Gregor Samsa gibi bir böcek olarak uyanmamıza bir tık kaldı.
Uyan Oblomov uyan!

16 Haziran 2017 Cuma

İTİRAZIM VAR!

İtirazım var arkadaş!
Söyleyebildiklerim de var. Söyleyemediklerim de…
Dur ya bir dakika dinle! Bırak, bi kolumu bırak bak. Sakinim, sadece yazıyorum…
1-    Her türlü adaletsizliğe itirazım var. Kimse babamın oğlu değil. Hele hele sosyal adaletsizliğe sapına kadar itirazım var.
2-    Bireysel refahın, toplumsal refah karşısında terazide bu kadar ağır basmasına itirazım var.
3-    ‘Yolumdayım, ekmeğime bakıyorum’ gerekçesiyle her türlü rezaletin zaruri ve haklı gösterilmesine itirazım var.
4-    Yalan, taraflı tepeden tırnağa ideolojik haberlere itirazım var.
5-    İnsanları aptal yerine koyan ‘akıllı’ya itirazım var.
6-    Liyakatin yerle yeksan edilmesine itirazım var.
7-    Survivor gibi saçma sapan programlara ve dizilere itirazım var.
8-    Sanatın, kitabın, okumanın, araştırmanın değersizleşmesine itirazım var.
9-    Dikey yapılaşmaya itirazım var.
10-    Üniversitelerin değersizleşmesine itirazım var.
11-    Linç kültürüne, mahalle baskısına itirazım var.
12-    Klavye delikanlılarının hızla üremesine itirazım var.
13-    Her zıkkıma korna çalan şoföre itirazım var.
14-    ‘Kiminin hastası olur kiminin cenazesi’ demeden kornayla anlayamadığım türden ilişki kuran konvoylara da itirazım var.
15-    Vatandaşın ve trafik düzeninin, dolmuş şoförlerinin insafına bırakılmasına itirazım var.
16-    Koskoca Ankara’nın toplam metro ağının 55 kilometrede kalmasına itirazım var.
17-    Siyasette, sokakta, medyada bozulan üsluba itirazım var.
18-    Hangi ideolojiyle, hangi gerekçeyle olursa olsun tarihten husumet çıkarılmasına itirazım var.
19-    Eğitim sistemimize yekten itirazım var.
20-    Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere memleketin dört bir yanındaki rantçılığa itirazım var.
21-    Ülkemin, üretenlerin değil müteahhitlerin ülkesi olmasına itirazım var.
22-    Aklı selimin yerini, fanatizmin almasına itirazım var.
23-    Her türlü cemaat ve tarikata itirazım var.
24-    Adam kayırmacılığa ve nepotizme itirazım var.
25-    Haklı için değil güçlü için işleyen adalete itirazım var.
26-    Damatlara, kavurmacılara, baklavacılara da itirazım var.
27-    Ankara’daki trafik sorununa itirazım var.
28-    Lüks merakı ve doyumsuzluğuna itirazım var.
29-    Sosyal medyada zırt pırt yediğini, içtiğini, gezdiğini paylaşan görgüsüzlere de itirazım var.
30-    Yıl 2017 olmuşken hala başkentin birçok yerinde sel baskını görülmesine de itirazım var.
31-    Terörün her türlüsüne itirazım var.
32-    Terörden faydalanmak isteyen her türlü ideolojiye itirazım var.
33-    TDK’nın işlevsiz ve suskun olmasına itirazım var.
34-    Bu ülkenin samanı dahi ithal etmesine itirazım var.
35-    Her tarafından riya ve kibir akan adamlara itirazım var.
36-    İyilik yaparken, bir elin diğerini görmesine itirazım var.
37-    Her türlü din sömürüsüne itirazım var.
38-    Laiklik karşıtı tüm hareketlere itirazım var.
39-    Kralcılara da itirazım var.
40-    Kuranı okuyup anlamak yerine, falanca hoca ne derse onu yapan zihniyete kökten itirazım var.
41-    Dünyanın en büyük kütüphanesi elinin altındayken kullanmaya üşenen herkese itirazım var.
42-    Rafine geçinip toplumu aşağılayan küstahlara itirazım var.
43-    Kutuplaştırmaya itirazım var.
44-    İnsanları şiddete teşvik edenlere itirazım var.
45-    Futbol kulüpleri başkanlarının alayına itirazım var. TFF’ye itirazım bile yok. Zira, öyle bir kurum yok.
46-    Meseleleri yönetmekten aciz ancak, makamından vazgeçmeyenlere de itirazım var.
47-    ‘Adam gibi adam’ edebiyatına itirazım var.
48-    Sistemin değil kişilerin, problem ya da çözüm olduğuna inananlara itirazım var.
49-    Galatasaray’ın ayaklar altına düşürülmesine itirazım var.
50-    ‘Hem güçlüyüm hem mağdurum’ edebiyatına itirazım var.
51-    Başkent kaldırımlarının fuhuş kartları ve tefeci ilanlarıyla bezenmesine itirazım var.
52-    Müslüm Baba’dan başkasının ‘itirazım var’ parçasını söylemesine de itirazım var.

Tek solukta aklıma gelen ve dile getirebildiklerim bunlar.
Çözümü var mı?
Bazılarının çözümünü biliyorum. Bilmediklerimin de bir çözümü bulunacağına eminim.
Rahatladım mı?
Zerre rahatlamadım. Aksine, itirazlar daha da büyüdü zihnimde. Hem nitelik olarak hem nicelik olarak.
Biraz da siz düşünün… Sizin nelere itirazınız var?

9 Haziran 2017 Cuma

Birine silah sat, diğerini hedef göster

Katar aşağı Katar yukarı tartışıyoruz.
Bu kriz bizi ne kadar etkiler? Sahi, ne oluyor Arap Yarımadasında? Sorularını soruyoruz. Herkesin bir cevabı var.
Peki, Katar’ı ne kadar tanıyoruz? Önce bunu cevaplamalı.
71’de bağımsızlığını ilan etmiş bu adamlar.
Küçük ölçekli, 2 milyon civarında insana ev sahipliği yapıyor. Büyük kısmı da vatandaş değil.
Kalabalık bir zengin nüfus barındıran, aşiret devleti diyebiliriz.
El Sâni hanedanlığı tarafından yönetiliyor.
Bunların ekmeği, petrol ve doğalgaz.
Paraları çok.
Bugün hedef oldular:
ABD, destur verdi.
Araplar bir bir köprüleri attı.
Katar’ı indirecekler gibi.
Neden mi?
Hadiseyi anlamak için biraz geçmişe gitmek gerek.

OSMANLI’YLA HANEDAN OLMUŞ

Katar’ı yöneten El Sâni hanedanı, bundan 300 yıl evvel Arabistan Çölü’nden kalkmış gelmiş kıyı kenardaki Doha’ya yerleşmiş.
Çölün bağrından fırlayan bu aşiret, Doha’da kendinden küçük bütün aşiretleri yutmuş. Büyümüş, büyümüş ve daha da büyümüş…
Şimdilerde olduğu gibi öyle zengin falan değiller. Balıkçılık yaparak geçiniyorlar. Yoksulluk had safhada!
1871’de baktılar olmuyor, Osmanlı’dan koruma talep etmişler. Sultan Abdülaziz kabul etmiş. El Sâni aşiretine kaymakamlık vermiş. Yani El Sâni aşireti, Abdülaziz’in fermanıyla El Sâni hanedanı olmuş.
Ancak bu bağlılık pek uzun sürmemiş, 1915’te İngilizler işgal etmiş Doha’yı. Çok durmadan ayrılmışlar oradan lakin, petrol konusunda kontrol altına almışlar Katar’ı. Tabi ilerleyen 30 – 40 yıl içinde petrolün önemi iyice ortaya çıkmış. Artık kim ne yapsın balıkçılığı! Katar, petrol üreticisi olmuş. Hem de en büyüklerinden.
Bildiğin piyango! Dönüveriyorlar köşeyi. Para, bağımsızlığı getiriyor. 71’de çekiyorlar bayrağı göndere.
Peki, İngilizler 1971’de petrolü öylece bırakıp gitti mi? Her şey hanedanın kontrolüne mi bırakıldı? Hanedanı bağlayıcı hiçbir şey yok mu?
İşte, İngilizlerin Katar üzerindeki etkisine dair bir ipucu:
El Sâni hanedanının her ferdi ya İngiliz Kraliyet Harp Akademisi’nde, Harrow School’da ya da London Business sıralarında eğitim alır. İngiltere’de, birer İngiliz gibi yetiştirilirler.
Neyse, bunlar işin tarihsel boyutu. Sorumuzun cevabı değil. Biz dananın kuyruğunun koptuğu yere gelelim.

GAME OF THRONES MÜBAREK

Ülkede demokrasi yok,
Yönetim Game of Thrones’u aratmıyor.
Devleti yöneten emirin, biri gidiyor diğeri geliyor.
Örneğin; Şeyh Hamad babasını kansız bir şekilde ‘devirdi’ 18 yıl hükmetti.
Onun döneminde Katar, dünyanın en zengin ülkesi oldu.
Şeyh Hamad’ın yönetiminde birçok sektörde dünya çapında markalara ortak olundu. Wolkswagen bunlardan biri.
Katar, birbirinden iddialı spor organizasyonlarına adres oldu. 2022’de düzenlenmesi planlanan Dünya Kupası bunlardan biri.
Ancak en büyük başarılarından biri kuşkusuz, Arap dünyasında bir ilk olan Al Jazeera idi.
Şeyh Hamad’ı, oğlu Tamim El Sâni ‘devirdi’ 2013’te.
Baba, kendi rızasıyla devretti yönetimi.
İşte bu sebepten ötürü, Katar’daki politika çok tutarsız ve değişken olabiliyor. Problem de burada başlıyor zaten. Emir Tamim El Sâni, babasından daha hırslı. Devletini bölgesel bir güç haline getirmek istiyor. Bu hususta 4 yıldır ciddi adımlar attı.
Bizde de yatırımları çok. Katar’dan ülkeye nasıl girdiği belli olmayan paraları geçtim. Finansbank’tan Digiturk’e, Banvit’ten Boyner’e pek çok markayı ya satın aldılar ya da ortak oldular. Katar’ın düşmesi ekonomimizde küçük bir sarsıntı oluşturacak olsa da burada mesele biz değiliz. Büyük resme bakmak lazım.
37 yaşındaki Tamim’in politik adımları, birilerini çok rahatsız etti.
Başta Suudi hanedanı, kendisini Arapların tek gerçek hegemon gücü olarak görür. Kendi coğrafyalarında yaşanan sıkıntılar umurlarında olmaz. Kibri de elden bırakmazlar. El Sâni hanedanını küçük görüyor ve bu ‘küçük rakibin’ giderek güçlenmesinden hazzetmiyorlar. Malum, karizmaları çiziliyor!

ABD, NE BUYURURSA O!

Bugün köprüleri atan Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Libya, ABD ne derse onu yapıyor. Katar, aforoz ediliyor.
Katar ise, karşılık vermedi. Reste rest çekmek yerine, ‘‘Oturup konuşalım’’ dedi.
Tabi tüm bu ülkeler ve yaptırımları buzdağının görünen yüzü.
Cüreti, Batı menşeli aciz bir kalabalık bu.
Yaptırımlara ve belki de ileride savaş çıkaracak olmalarına gerekçeleri de şunlar:
-    Katar, İran’la aynı yatağa giriyor.
-    Yemen’de, Mısır’da ve daha birçok yerde terörü besliyor.
-    Müslüman Kardeşler ve Hamas Örgütü’yle çalışıyor.
-    Ne kadar aşırı dinci, radikal grup varsa onlara ev sahipliği yapıyor. Onları ülkesinde barındırıyor.
Trump, fermanı da Twitter’dan duyurdu yedi düvele:
Trump, ‘‘Yakın geçmişte Ortadoğu'ya yaptığım ziyarette 'radikal ideolojiye maddi destek verilemeyeceğinin altını çizmiştim. Liderler de Katar'ı işaret etmişti. Bakın!" dedi.
Yetinmedi, "Suudi Arabistan ziyaretinde, Kral'la (Salman) ve 50 ülkeyle yaptığımız ziyaretin işe yaradığını görmek iyi. Onlar, radikalizmin finansmanı konusunda katı bir tutum alacaklarını söylediler ve bütün söylenenler Katar'ı işaret ediyordu. Belki, bu terörizm korkusu için sonun başlangıcı olacak" ifadelerini de ayan beyan kullandı.
Görünen o ki, çok gümbürtü çıkacak.

KABAHATİ UZAKTA ARAMAMALI

Batı’nın yaptığı güzel iş aslında.
Birinin petrolüne çök.
Diğerine özgürlük götür.
Ötekine silah sat.
Berikini hedef göster.
Birkaç tanesini yandaş yap.
Kimisini de aracı kıl.
Hiç suçlayamıyorum Batı’yı. Kabahat bu coğrafyanındır. Bir arada olması ve üreterek güçlenmesi gereken toplumların acizliği ve bencilliği bu zafiyeti meydana getirmiştir. Şark, kendi edip kendi bulmaktadır.
Tek kelimeyle, müstahak. Başka bir şey değil!

2 Haziran 2017 Cuma

Çağımızın makyavelisti: Frank Underwood

Bir adam düşünün…
Cinayetten sapkınlığa, yalandan, ihanetten iftiraya ve komploya kadar her türlü kötülüğün babası olsun.
Ve bu adam çok seviliyor. (Laf aramızda ben de seviyorum bu şeytanı)
Nasıl iştir hala çözemedim!
Neyse ki, gerçek değil. Sadece, bir dizi karakteri.
Frank Underwood’dan bahsediyorum.
2013’ten bu yana ortalığı kasıp kavuran House of Cards dizisinin başrolünden.


Ama önce diziden biraz bahsedelim.
Beyaz Saray’da parti denetçiliğinden ABD başkanlığına uzanan bir adamın Francis J. Underwood’un hikâyesi anlatılıyor bu dizide.
Frank’in hırsları, ihtirası uğruna birbirinden alçak taktikleri nasıl uyguladığına tanıklık ediyoruz.
Bu dizide siyasi meselelerin ele alınış şekli, siyasal iletişime dair akıllara durgunluk veren hamleler alıp götürüyor.
Öyle bir dizi ki, eski ABD başkanlarından Bill Clinton, ‘‘Bu dizide yaşananlar gerçek. Beyaz Saray’da işler böyle yürüyor.’’ desin.
Öyle bir dizi ki, Obama başkan olduğu dönemde bu diziyle ilgili paylaşımlar yapsın, videolar paylaşsın. Her fırsatta, bu diziyi büyük bir tutkuyla izlediğini dile getirsin.
Salı günü 5. Sezon da yayına girdi. Henüz, yeni sezonu izleme fırsatı yakalayamadım. Heyecanım diri.
Bu sezonun da başarılı olduğuna  %100 eminim. Zerre şüphem yok!

Neyse, biz kahramanımıza dönelim.
Frank Underwood’a.
İnsanoğlu 500 yıl önce de hırslı ve pragmatistti aslında. Machiavelli, Prens’e Öğütleri’ni o zamanlarda kaleme almıştı. Bugün kendisini hiç okumamış, adını bile duymamış o kadar çok askeri var ki Machiavelli’nin. Sayarak bitiremeyiz.
‘Hedefe giden her yol mübahtır’ fikriyatının babası Niccolo Machiavelli, Underwood’u görse heralde ona bir madalya takardı. Zira Underwood, makyavelizmin ete kemiğe bürünmüş hali gibi.
Kötü olmaya kötüdür. Eyvallah. Ancak ister eleştirin ister sevin. İster ikisini birden yapın. Bu adamı izlerken, çok şey öğrenebilirsiniz.
Ne bürokrasi tanıyor.
Ne de sermaye.
Diplomasiyi oyuncağa çeviriyor.
Medyayı da manipüle ediyor.
(Sonu medyanın elinden olabilir gerçi. İzleyip göreceğiz.)
Külliyatından birkaç kelam:
-    ‘‘Sol elinle taş tutarken, sağ elinle tokalaş.’’
-     "Güç, emlak gibidir. Tek mesele konum, konum, konumdur. Kaynağa ne kadar yakınsanız değeriniz o kadar artar."
-    "İyi bir yalancının yeteneği, insanları yalan söyleyemediğine inandırmaktır."
-    "Dünya'nın en güçlü adamına hayır demek kolay bir iş değildir ama bazen de o üstün kişinin saygısını elde etmenin tek yolu haddinizi aşmaktır."
Bu adamdaki şeytan tüyü nereden geliyor bilmiyorum. Tek sebebi olmamakla birlikte en önemli özelliği çok yönlü olmasıdır herhalde.
Sabit ve duyguları olan, tahmin edilebilir bir adam değil. Yakınında yöresindeysen kollayacaksın kendini. Neticede politikacı. Hem dışarıya karşı yüzünü hem içerdeki yüzünü görünce insanı daha bir çekiyor. Acaba bu sefer kimi nasıl harcayacak diye merakla kol kola geziyoruz izlerken.

NEDEN SEVİYORUZ?

Kevin Spacey’nin performansından hiç bahsetmiyorum bile. Adam başka bir boyuta geçmiş Underwood’u canlandırırken. Bu arada, çekim tekniklerinden söz etmeden olmaz. Underwood’un bir anda diziyi bırakıp doğrudan objektife bakan, bazen de kendi kendine konuşurken sahneleri var ki, of of of! Seyirciyle doğrudan bir temas kuruluyor. Gerçekçilikten koparmadığı gibi mevzunun başka bir yönünü de aktarıyor. Zaten bir bölümü açıp tekrar izlediğinizde yeni bir şey yakalıyorsunuz. Neyi neden yaptığını daha iyi anlıyorsunuz.
Obama döneminde yapılan anketlerde, Amerikalılara soruldu:
Obama’yı mı başkan olarak görmek istersiniz Underwood’u mu?
ABD’lilerin cevabı Underwood oldu.
Bu kadar kötü bir adam neden bu kadar seviliyor? Cevabını hala çözebilmiş değilim. Belki de hepimiz bir parça makyavelistiz. Hatta daha fazlası da olabiliriz.
Belki cevabı 5. Sezonun sonunda alacağız. Kim bilir…

Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unutur...

31 Aralık 1999