24 Şubat 2017 Cuma

Bu çılgınlık bizim icadımız



Televizyon programlarını genellikle yerde yere vururuz.

Şikayet ederiz, peş peşe sıralarız nedenleri ve ‘‘Bu programları kaldırın arkadaş’’ diyerek isyan ederiz.

Ancak kimi çok sever bu programları, sahip çıkar. Kimisi de ‘‘Başka izleyecek bir şey yok. Ne yapalım mecbur izliyoruz.’’ der ve çıkar işin içinden.

Hangi programlardan bahsettiğim üç aşağı beş yukarı malumunuz. Futboldan evliliğe, yarışmalardan dizilere uzanan bir rezalet silsilesi…

Bir tanesi var ki süpürüyor reytingleri.
Survivor’dan bahsediyorum.
Bu program, bu format nasıl ortaya çıktı?
Hiç düşündünüz mü?



Okuyan bilir, okumayana da tavsiyemdir. Filmini de izleyebilirsiniz.
Sineklerin Tanrısı…1954’te çıkmış William Golding’in kaleminden.
Ancak, Sineklerin Tanrısı’ndan da güçlü bir kaynağı var bu işin.
William Golding’in de esin kaynağının o olduğu söyleniyor…

MEĞER BİZ İCAT ETMİŞİZ

Survivor çılgınlığının, 1954’te Amerika’da bir deney olarak gerçekleştirildiğini biliyor muydunuz? Üstelik deney, bir Türk bilim adamına ait…
Muzaffer Şerif…
1954’te ABD’ye göçmüş genç bir psikolog…



Kısa zamanda ABD’nin önde gelen toplumsal psikoloji uzmanlarından biri olmuş. Yaptığı deneyin adı, ‘Robber Cave Experiment’. Sadece Survivor’ın değil grup rekabeti üzerine kurulu tüm reality show’ların ilhamı olmuş. Bu deney hala Amerika’daki üniversitelerin siyaset, psikoloji ve medya gibi bölümlerinin müfredatında mevcut.

NASIL BİR DENEY BU?

Bu deneyde 24 çocuk, 200 dönümlük yaz kampı bahanesiyle ıssız bir araziye bırakılır. Hepsinin benzer geçmişi ve ilgi alanları var. Ders notları ve sosyal yaşantıları denk çocuklar. İki ayrı otobüs ve 12’şer kişilik gruplar halinde getirilirler bu alana. Başlangıçta her iki grup da kendisinin arazide tek grup olduğunu zannediyor. İki kamp arasındaki mesafe uzun olduğu için de bir süre birbirlerini fark etmiyorlar.

Unutmadan şu ikisini de ekleyelim, Muzaffer Şerif bu yaz kampının bekçisi rolünü üstleniyor. Bu öğrencilerden birbirini tanıyan, arkadaş olanlar da özellikle ayrı gruplara yerleştirilmiş. Çocuklar gerçekten bir izci kampına getiriliyor. Denek olduklarının farkında değiller.

Robbers Cave deneyinden bir kare

SENARYO TANIDIK GELDİ Mİ?

1. Aşama: Ortama Uyumlanma

İki grubun üyeleri de çok kısa süre içerisinde bir hiyerarşi oluşturuyor. İşleyiş aynı. Astlar, üstlerine koşulsuz itaat ediyor ve üstler de emir vermekten hatta sertlikten imtina etmiyor.

2. Aşama: Çatışmanın Doğuşu

Bu aşamada grupların birbiriyle tanışması sağlanıyor. Şerif kamp bekçisi olarak, çocukları sıradan izci kamplarında olduğu gibi spor ve eğlence dallarında yarıştırıyor. Çocuklar karşı grubun üyelerine düşmanca davranmaya başlıyor. Yarışmalarda rekabetin yerini düşmanlık alıyor. Çocukların hepsi de yarışmalarda, normal hayattaki performanslarının fersah fersah ötesinde… Sanki bu yaz kampında başarılı olmaları ölüm kalım meselesi! Karşı tarafa zarar vermek için de hiçbir fırsatı ziyan etmiyorlar. Şerif, baktı ki iş kontrolden çıkacak bu aşamanın sonunu görmeden hemen iptal ediyor ve son aşamaya geçiyor.

3. Aşama: Ortak Çıkar

Şerif, bu aşamada bir tarafın kaybettiği diğer tarafın kazandığı bir düzen yerine iki tarafın da ortak kaybettiği ortak kazandığı bir düzene geçiyor. Rekabet olmaması, tek paydada buluşabilmeleri için bir sorun çıkarıyor…

Kampın su kaynağını kurutuyor. Çocuklar susuz kalıyor. Mecbur kafa kafaya veriyorlar. Güzel bir ekip çalışmasıyla suyun yeniden akmasını sağlıyorlar. Bu süreçte ilişkiler öyle bir güçleniyor ki birbirini düşman gören çocuklar aynı otobüsle dönmek için ısrar eder hale geliyor.

Muzaffer Şerif bu deneyle ayrımcılık ve ötekileştirmenin ne kadar kolay tetiklenebildiğine şahit tutuluruz. Çözüm ise sorunun içinde saklı. Deneyin en güzel tarafı da bunu görünür kılması zaten.
Survivor yarışması işte bu deneyin ilk iki aşamasından ibarettir. Üstelik bu çatışmalar deneyde yaşanandan daha da şiddetli olur çünkü işin içinde ödül ve şöhret de var. Kısacası insanoğlunun nasıl amansız bir nefsi olduğunun tezahürüdür bu Survivor. Belki de bu yüzden hiç sevemedim…
Muzaffer Şerif bu deneyle, toplumsal ilişki konusunda sorunun da çözümün de aslında ne kadar basit olduğunu gözler önüne serer. İşte işin bu yönünü çok sevdim.

SİNEKLERİN TANRISI

Gelelim William Golding’in romanına... Kısa bir özet geçelim.
Bir grup çocuğun ıssız adaya düşmesiyle başlar roman. Çocuklar kendi aralarında iş bölümü yapıp adada yaşam mücadelesi vermeye başlarlar.
Ancak bir sorun baş gösterir.
O da liderin kim olacağıdır.
Çareyi liderin yetkisini dağıtmakta bulurlar.
Bir lider avcılıkla ilgilenirken diğeri de yaşça çok küçük olanların sorumluluğunu üstlenir.
Ancak bu uygulama çok kısa sürede çöker.
Çocuklar iki gruba ayrılır ve birbirlerine düşmanca davranmaya başlar. Kavgalar bir çocuğun ölümüne sebep olur. Bir diğeri ise kaçar ve saklanır adada, ta ki bir gemi gelip çocukların hepsini kurtarana kadar…

ÖZDEŞLEŞTİRİRİZ

Golding, temel ihtiyaçlar söz konusu olduğunda küçük masum çocukların bile ne kadar yırtıcı varlıklara dönüşebildiğini anlatır.
Bu romanda çok şey görürüz…
İnsanların nasıl hırs küpüne dönüştüğünü,
Kazanma duygusunun bizleri, dost düşman herkesi yok etme noktasına nasıl getirdiğini,
Liderlik ihtirasını,
Temel ihtiyaçları üzerinden bir kitlenin nasıl manipüle edildiğini,
Ve daha sayamayacağımız pek çok şey…
O çocukların ilk günden son ana kadar o adada nasıl bir dönüşüm geçirdiklerine bir ürpertiyle şahit oluruz. Bu ürperti aslında çok tanıdık gelir bir taraftan insana. Yaşadığımız dünya ile özdeşleştiririz. Aslında yaşadığımız dünyanın o adadan farklı olmadığını, o çocuklarla aynı hayatı yaşadığımızı ve aynı dönüşümü yaşadığımızı fark ederiz.

Deney, roman, TV programı… Üçünün de karakterleri ‘ölüm kalım mücadelesi’ veriyor. Deneyi yapan Şerif, ikinci aşamada çocukların nasıl ‘kötüleştiğini’ görünce şok olmuş. Sineklerin Tanrısı’nı okurken de bu şaşkınlığı yaşayabilirsiniz. Çocukların yaşadığı dönüşüm tehlikelidir. İçlerinde en çakma olanı Survivor yarışması ise, koca koca insanların nasıl çirkinleştiğini gösterir aslında.

İşin acıklı yanı şudur: bu hikaye her akşam en çok reytingi topluyor ve hiç kimse bu yarışmadan ortak bir payda çıkaramıyor. Ne yarışmacısı, ne de izleyicisi. Yarışma üçüncü aşamayı görmüyor. İkinci aşamayla birlikte bitiriliyor ve sonraki sezon aynı çatışma yeni karakterlerle ortaya konuyor. Çünkü biz sadece çatışmayı, iddialaşmayı ve kazananı izlemeyi seviyoruz. Üçüncü aşama nasıl olsun ki? Para etmez  bir defa!

Maalesef çatışma ve ihtiras bizim toplumumuzun iliklerine kadar işlemiş.
Yazık…

17 Şubat 2017 Cuma

Erol Olçok’suz nasıl olacak?

Kolombiya’da 52 yıllık savaşın ardından barış sağlandı.
Devlet ile (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) FARC adlı terör örgütü arasında bundan iki ay evvel imzalar atıldı.
Pek çok kanalda ve gazetede bu haberi görmüştük.

Bu örgüt ilk başta toprak reformu istiyordu.
Daha sonra uyuşturucu kaçakçılığı, adam kaçırma ve haraç kesme gibi işlere giriştiler.
5 milyon kişi yaşadığı şehri, köyü, kasabayı terk etti.
52 yılda tam 260 bin kişi hayatını kaybetti…
Kan oluk oluk akıyordu.

TEHDİT YERİNE İKNA

Peki, barış nasıl sağlandı? Bu sorunun cevabına ilişkin pek bir şey göremedik haberlerde. Dile kolay, 52 yıl ve hayatını kaybeden 260 bin kişi!
Postmodern dünyanın farkına varıp postmodern bir yöntemle çözmüşler.
Kolombiya hükümeti baktı ki 52 yıldır uygulanan tüm yöntemler sonuç vermiyor, PR’cıların yani halkla ilişkiler uzmanlarının kapısını çalmış. ‘‘Demişler ki biz bu sorunu çözemiyoruz. Askeri stratejimiz var, politik stratejimiz var ama iletişim stratejimiz yok. Eğer siz insanları ürün satın almaya ikna edebiliyorsanız, militanları da ormandan çıkmaları için ikna edebilirsiniz. Barışa ikna edebilirsiniz.’’

‘Tehdit’ yerine ‘ikna’yı seçmişler.


Jose Miguel Sokoloff, Latin Amerika’nın en iyi reklamcısı… 52 yıldır akan kanın şahitleri olarak büyümüş milyonlarca Kolombiyalıdan biri. Örgüte katılımı ve bitirip, mevcut militanların da evlerine dönmelerini sağlamak için kolları sıvamış:
Ordu ve hükümetle sıkı bir koordinasyon halinde çalışan bu PR’cılar, örgütün tabanını eve dönmeye ikna etmek amacıyla ‘Noel Ağacı Operasyonu’na imza atmışlar.
Olay şu: Askerler ormana operasyona giderken yanlarında noel ağacı süslemede kullanılan, yanıp sönen fosforlu lambalar götürüyor ve devasa ağaçları bu lambalarla süslüyorlar. Kocaman bir de pankart asıp şu sözleri nakşediyorlar, ‘’Noel’de sen de evine dönebilirsin.’’
Sadece o noel sabahı 331 militan evlerine dönüyor…

24 BİN MİLİTAN SİLAH BIRAKIYOR

Tabi bunu bir anda yapmamışlar. Yavaş yavaş atmışlar adımlarını.
Bir sonraki aşamada nehirlere 6 bin adet camdan top bırakmışlar. Topların içinde vatandaşların kaleme aldığı notlar, oyuncaklar, sakızlar, kolyeler kısacası ne ararsanız var…


Helikopterlerden dünyaca ünlü futbolcuların imzaladığı futbol topları atılıyor kamplara…
Bir başka yöntem: Örgüt militanlarının annelerinin resmini ağaçlara asıyorlar. Onun da altında bir not var. Annelerin kendi ağzından evlatlarına eve dön çağrısı…
4 yılda tam 24 bin militan silah bırakıp evine dönüyor.
Yani örgütün üçte biri!

Ancak bu yöntem, örgütün tabanına hitap ediyor. Yönetim kadrosunda tık yok.
Ona da çare buluyorlar.
FARC’tan ayrılan eski komutanları, liderleri bir helikoptere bindirip, kampların  üzerinde uçuruyorlar. Adamların elinde mikrofon, helikopterlerde ise kocaman bir hoparlör… Örgütten ayrıldıktan sonra hayatlarının nasıl değiştiğini anlatıyorlar.

SON DARBE

Velhasıl barış görüşmeleri başlıyor. Asıl çözülme de o anda başlıyor. Tekrar anneler devreye giriyor. Kampanya tam gaz, slogan ise, ‘’Gerilla olmadan önce çocuğumdun, evine dön ve yine çocuğum ol.’’
Sonuç: Kolombiyalılar kazanıyor, 52 yıllık terör bitiyor…

BİR SİYASAL İLETİŞİM USTASI…

Bunu paylaşmamın sebebi, ‘’Biz de böyle yapalım’’ demek değildir. Bizim ülkemizin, toplumumuzun ve coğrafyamızın dinamikleri bambaşka.
Ancak ikna kabiliyetinin ne kadar önemli olduğunu görmek için güçlü bir örnek olarak önümüzde duruyor. Tüm bu kampanyalar ve aslında burada söz konusu olan siyasal iletişim başarısı bana Erol Olçok’u hatırlattı.
AK Parti, ilk kez Erol Olçok’suz bir kampanya hazırlıyor. Meseleyi AK Parti ile sınırlamadan, siyasal iletişim dünyamızın O’nun eksikliğini hissedeceğini söylesek yeridir.

Gerçek bir siyasal iletişim ustasıydı…
Kampanyada bütünlüğün, sürekliliğin  ve yerelliğin önemini zihinlerimize kazıyan bir usta…
AK Partinin bugüne kadar girdiği tüm seçimlerin kampanyası O’na emanetti. Başarıları seçim kampanyaları ile sınırlı değildi. AK Partinin taaa kuruluş aşamasından 15 Temmuz’a dek aldığı tüm virajlarda Erdoğan, Erol Olçok’a bir kulak verirdi… Tüm iletişim faaliyetlerinde O’nun imzası vardı…


DAHA ÇOK ANIMSAR OLDUK

15 Temmuz gecesi 16 yaşındaki oğlu Abdullah Tayyip’le birlikte şehit edildi Erol Olçok…
Bugün Cumhurbaşkanı’nın en çok aradığı isim olsa gerek. Şu aşamada en çok O’na ihtiyacı var. 90’larda kesişmişti yolları.  Cumhurbaşkanı’yla ilişkisini hep profesyonellikten öte bir yere koyardı. Erdoğan‘ı ‘dava arkadaşı’ olarak görürdü.
2001’de AK Parti’nin ismini, logosunu, sloganlarını buldu. 2002’den bu yana tüm seçim kampanyalarını yönetti. 2011’deki ‘Aynı yoldan geçmişiz biz’, cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki ‘dombra’ efsanesi ve dahası hala zihinlerimizde kazılı…
Bambaşka teknikler ve uygulamalarla yeni bir soluk getirmişti bu işe. Sadece ülkemizde değil, KKTC, Ukrayna, Irak, Gürcistan, Mısır, Arnavutluk, Makedonya, Libya, Tunus, Malezya gibi ülkelerde de siyasal iletişim kampanyaları yürüttü.

Yeri geldiğinde inisiyatif almayı bilirdi.
Bir miting öncesi Başbakan Erdoğan, yanına çağırır Olçok’u…
Der ki, ‘’Reklam filmlerimizden birisi çok beğenilmiş. Ben neden bilmiyorum o filmi?’’
Erol Olçok, ‘’Biliyordunuz efendim. İzlediniz ama beğenmemiştiniz. Ben yine de yayınladım.’’
Acaba Erol Olçok’suz nasıl olacak? Tek bildiğim, AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, O’nu çok arayacak…

10 Şubat 2017 Cuma

Kazan kaynıyor

İran ve ABD’nin arası iyiden iyiye kızışmaya başladı.
Geçtiğimiz hafta Trump ve kabinesi, İran’a karşı sert açıklamalar yaptı.
Trump, ‘‘İran’a karşı savaş da dahil her türlü seçenek masada’’ dedi.
İran’dan yanıt gecikmedi.

Devrim Muhafızları’nın eski yöneticilerinden biri olan İran’ın Ulusal Güvenlik ve Dışişleri Komisyonu üyesi Mojtaba Zonour; ‘‘Düşmanın hata yapması’’ durumunda, ABD’nin Bahreyn’deki üssünü yok edebileceklerini söyledi.
Yetinmedi, ‘‘İran isterse füzeleriyle, Tel Aviv’i yedi dakikada yerle bir eder’’ dedi.

BU SEFER BOŞ DEĞİL

Boş tehditler de değildi. İran’ın kuzeyindeki Semnan bölgesinde gerçekleştirilen füze ve radar sistemlerinin tatbikatının yapıldığı hafta bu sözleri söylüyorsanız birileri bunu ciddiye alır. Kaldı ki İran bundan bir hafta önce de orta menzilli balistik füze denemesi yaptı. Ve Amerika bu durumu bir hayli ciddiye almış gözüküyor.

Bu denemelerin henüz ne kadar başarılı olduğuna dair net bir tespitte bulunamıyor kimse. Ancak İran ve Amerika birbirlerine diş göstermeye başladılar. Hoş, ilk defa olmuyor. Alışığız bunları duymaya. Ancak bu sefer çarşı pazar biraz karışacak gibi…

İran ve Batı arasındaki nükleer anlaşmasının daha mürekkebi kurumadı. Ayrıca Rusya ve Almanya da böyle bir çatışmayı istemez.

KREMLİN, ABD’Yİ UYARDI

Trump ve kabinesinden bazı isimler ayan beyan tehdit edince İran’ı, bu cevabı almaları da kaçınılmazdı. Kaldı ki daha seçim döneminde Trump açık açık, İran’la yapılan nükleer anlaşmasının yanlış olduğunu söyledi. Bu zaten bekleniyordu. Putin, bu duruma nasıl tepki gösterir o bile konuşuluyordu ufak ufak. 

Nihayetinde karşılıklı tehditler üzerine, Kremlin’den de ilk açıklama geldi:
Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Sergey Ryabkov, ABD-İran arasındaki nükleer anlaşma için, "Bozulmamış bir anlaşma üzerinde oynamak çok riskli" dedi.
Rusya’nın haklı olarak işaret ettiği bir nokta var: Anlaşmaya yapılan bir ihanet yok. Taraflar sadık kalmış. Şimdi bu çıkış niye? ABD neyin peşinde? Bunun arkasından da İsrail çıkmasın?

DÜMEN KIRDI

Trump ve kabinesine yapılmış net bir uyarı bu! Zira İran anlaşmadan pek şikâyetçi görünmüyor. Durumdan rahatsız olan Trump gibi görünüyor ancak bu görüntü de aldatıcı. Trump, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, “Putin’i tanımıyorum, Rusya’da hiçbir anlaşmam yok. Aynı zamanda Obama İran ile, ‘Bir numaralı terörist’ ile anlaşma yapabilir, bunda bir sorun yok!” dedi.

Trump’ın siyasi derinliği olmadığı aşikâr. Bunu zaten biliyoruz. Adamın becerisi şurada saklı: iyi şov yapıyor. Dışarıdan çok çılgın görünen bu adam, kulağına ne fısıldanırsa yapıyor.

BAŞKAN’IN  ADAMLARI

Peki kimler ne fısıldıyor bu adamın kulağına…

En bilineni Steve Bannon. Bu adam için Bush döneminin ‘şeytanı’ desek yeridir. Trump’ın seçim kampanyasını o yürüttü ve şu an da başdanışmanı ve baş stratejisti olarak förev yapıyor. Adam açıkça diyor ki, ‘‘İran ve Çin’le 5 – 10 yıl içinde savaşa gireceğiz.’’ Devamı da var; ‘‘İslam bizim için bir tehdit. Gereğini yapmalıyız.’’

Bir diğeri isim de Mike Pompeo…

CIA Başkanı Pompeo dün Ankara’daydı. Göreve getirileli daha birkaç hafta olan Pompeo ilk yurt dışı ziyaretini de Türkiye’ye yaptı. Trump’ın da başkan olduktan sonra ilk durağı Pompeo’nun ofisi olmuştu. Ortadoğu politikası belli ki Pompeo’dan sorulacak. Adamın görüşü ise daha başkan olmadan çok evvel biliniyordu. Pompeo net bir İran karşıtı.


MEDYA KAZAN KALDIRIYOR

Bu arada ABD içindeki Trump - medya gerilimi daha da artacak gibi duruyor.
Malum, Trump açık seçik ‘dünyanın en büyük sahtekârları’ dediği medya ile savaş halinde. Başkanlık görevini devralmasıyla birlikte beklenti, gazete ve televizyonların Trump karşısında eğilmeseydi. Ancak öyle olmadı. İşler daha da kızışacak. Nasıl mı?

ABD’nin medya devleri adeta silah kuşandı Trump’a karşı…

Mesela CNN International…

Kanal yöneticisi Andrew Morse, “Meydana gelen olayları izlemekle yetinmeyeceğiz, özel haberlerimizle ve araştırmacı gazeteciliğimizle ön planda olacağız” dedi. Demekle de kalmadı. Yol haritası çizildi…

CNN’de durum şu; en deneyimli muhabirler bir birimde toplanıyor. Mevcut isimlerin üzerine yenileri de katılacak. Öyle boş isimler de değil… Daha önce Pulitzer ödülüne layık görülmüş iki usta gazeteci ekibin hem akıl hocası olacak hem de editörlüğünü yapacak: Carl Bernstein ve James Steele… Böyle bir işin parçası olmayı seve seve kabul etmişler. ‘Edilgen değil etken olacağız’ diyorlar. Umutlular…

Tek hazırlık CNN’de değil tabi… Washington Post, New York Times, internet gazetesi Politico siyasi haber kadrolarını zenginleştirmiş.

Mutlaka bizim buradan gözlemleyebildiğimizden daha fazlası vardır bu hazırlık sürecinde. Zaten iki taraf arasında çatışma mevcut. Ancak medyanın gösterdiği bu refleks bakalım nasıl ses getirecek…


Merakla bekliyorum.

3 Şubat 2017 Cuma

Karanlık

İki istatistik… ikisi de tek başına gözetildiğinde pek çok şey anlatıyor. Bir araya geldiklerinde ise daha fazla şey uyandırıyor zihinlerde…
İkisini de kısa kısa paylaşayım:
Dünyanın en zengin 8 adamının toplam servetinin, dünyadaki tüm mal varlıklarının yarısına eşit olduğu açıklandı.
Harvard Üniversitesinin kütüphanesinde 17 milyon kitap varken ülkemizin tamamında 18 milyon kitap mevcut.

3.6 MİLYAR İNSAN = 8 ADAM

Dünyanın önde gelen yardım kuruluşlarından biri Oxfam diyor ki;
En zengin 8 adamın serveti 426 MİLYAR DOLAR!
Bu da tüm dünyadaki mal varlıklarının yarısı demek. Yapılan açıklamada eşitsizliğin daha da belirginleştiğine de dikkat çekiliyor… Geçen yıl en zengin 62 kişi bu denklemi sağlarken yıl rakam birden sekize inmiş. Sebep ise sekiz kişinin zenginleşmesinin ötesinde, tüm dünyada orta direğin giderek fakirleşmesi olarak gösteriliyor.


Al sana adaletsizliğin matematiği:
3.6 milyar insan = 8 adam
Çok zor ama şöyle bir ihtimal de var… Bu sekiz adamdan dördü dese ki; ben piyasayı riskli buluyorum yatırım yapmıyorum kardeşim!
Hadi çık işin içinden çıkabilirsen…

KANTARIN TOPUZU KAÇTI

Dünya küreselleştikçe adalet eriyor. Alt sınıf ve orta direk, refahın çıtasına el sallayadursun. Artık orta direğin bir tık üzerindeki zengin kesimin dahi yok olmaya yüz tutacağı bir döneme koşa koşa gidiyoruz. Bu işin sonunun nereye varacağı, paranın toplanacağı yer belli: En üst tabakada bir avuç adam. Makas giderek açılıyor ve süreç giderek hızlanıyor…
Çoğunluk, tehlikenin farkında ama  bu konuda hiçbir şey yapmadan ‘hayırlısı’ deyip geçiyor. Ülkemizden bahsetmiyorum hemen hemen tüm dünyada böyle. Kimi inandığı bir siyasi liderden bunu bir ölçüde değiştirmesini bekliyor. Tek umudu bu… Kimisi de isyan ediyor. Bu döngü kırılır, devrim olur diyor. Ancak o sessiz çoğunluk var ya hani, neden sessiz biliyor musun? Çünkü uyuşturulmuş. Çünkü gösteri toplumunun rüzgarına kapılmış gidiyor!

Zaman gerçekten de Adorno’yu haklı çıkardı. Meraklısına tavsiyemdi:. Theodor W. Adorno okuyunuz. Daha 1950’lerde televizyonun icadıyla, kültür endüstrisinin bugünlerde geleceği noktayı işaret etmiş. ‘Gösteri’nin toplumu nasıl uyuşturacağını, kültür değişiminin nasıl bu kadar hızlı yaşanacağını ve insanların tüm dünyada at başı giden sosyal adaletsizliğe neden karşı koyamayacağını bir bir anlatmış…


HARVARD = TÜRKİYE


Gelelim kitap meselesine…
Harvard Üniversitesi kütüphanesinde var 17 milyon kitap, bizim ülkemizde var toplam 18 milyon kitap! Dikkatinizi çekerim, sadece üniversitelerimizin kütüphanesinde değil, ülkemizde bulunan toplam kitap sayısı 18 milyon. Nüfusumuz ise 80 milyon.
Yalnızca üniversiteleri mukayese etmek haksızlık olur zaten.
Harvard’ın yıllık bütçesi 32 milyar dolar.
Ancak bu meseleyi Harvard üzerinden görmek de hata olur.
Neden mi?
Amerika’daki en büyük 100. kütüphane, yani MIT kütüphanesinde 2.5 milyon kitap mevcut. En iyi üniversitelerimizden Boğaziçi’nde ise 375 bin kitap bulunuyor.
İşin özü şu: talep varsa, yani okuyucu varsa kitap var. Okuyucu yoksa kitap yok. Tabi talep olmayışı aynı zamanda yazarın önüne de set koyar. Yazmayı, yazmak için araştırmayı, kısacası daha fazlasını öğrenmeyi, üretimi, paylaşmayı ve başkalarının da ilim deryasından bir yudum daha tatmasını engeller.
Peki neden okumuyoruz? Üniversite okumaktan bahsetmiyorum. Araştırmaktan ve daha fazlasını öğrenme arzusundan bahsediyorum. Çevrenizdeki insanlara bir sorun. Özellikle de üniversite mezunu olanlara. Hayatları boyunca kaç kitap devirmişlerdir?

Sonuç: Tünelin ucu karanlık…

Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unutur...

31 Aralık 1999