24 Kasım 2017 Cuma

Bir Naim geçti bu ülkeden



Geçtiğimiz Cumartesi Naim Süleymanoğlu’nu kaybettik.
Geç de olsa, ilk fırsatım bugün de olsa yazmak istedim.
***
Naim’in anlamlarından biri, cennetin içinde bir bölüm demektir. Dar’un naim’den gelir.
Allah mekânını cennet eylesin.
***
23 Ocak 1967’de, Bulgaristan’da, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kırcaali’de doğar büyür. Bir maden işçisinin oğludur.
Daha 12’sinde keşfedilir. Çocuk parkında oyun oynarken… Güreşle başlar. Sonradan haltere geçer.
Boyu kısadır. Bu da halter için büyük avantaj demektir. Çünkü kolunuz ne kadar kısaysa, o kadar kolay kaldırırsınız.
Bu özelliğini annesinden aldığını söyler.
***
İnsanları asimile eden bir politika güdülür Bulgaristan’da. Zorunlu göçler, dışlamalar, Bulgarca konuşma zorunluluğu, isim değişiklikleri gibi.
Naim’in de adı değiştirilir. İlk kez dünya rekortmeni olduğunda, adı Naum Shalamanov olarak anons edilir. Dünyaları kaldıran adam, bunu kaldıramaz.
Sindiremez dayatmaları. Türkiye’ye gelmek ister. Vatanına.
86’da Avustralya’daki Dünya Şampiyonası’nda ipler kopar. Naim’le temas kurulmuştur zaten. 1 yıl şifreli görüşmeler yapılır. Bizzat Özal’ın talimatıyla Dışişleri ve MİT ortak bir operasyon yapar. Naim yuvasına getirilmiştir.
Naim’in getirilmesiyle, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin maruz kaldığı muamele tüm dünyanın gözleri önüne serilir. Hikâye nefistir. Bundan daha güzel bir başkaldırı ve PR olamazdı herhalde.
Hayatı nasıl film yapılmaz bugüne kadar anlayabilmiş değilim.
Muhammed Ali’den aşağı bir film olacağını da düşünmüyorum.


***
3 olimpiyat altın madalyası.
7 Dünya şampiyonluğu.
6 Avrupa şampiyonluğu.
46 dünya rekoru.
Daha 16’sında ağırlığının 3 katını kaldırmış bir sporcu.
Tek tek rekorlarını, madalyalarını anlatacak halim yok.
***
Sadece 96’da Atlanta’daki performansını izlemeniz yeterli olur.
Kendisine en çok yaklaşan rakibi Valerios Leonidis’le rekabeti inanılmazdır.
Spor tarihinin en önemli düellolarından biridir.
Hiç kuşkusuz halter sporunun da zirve yaptığı gün o gündür.
Çünkü Naim’e bir rakip çıkmıştır.
Naim’e yaklaşabilmiştir Leonidis ancak kazanan yine Naim olmuştur.
Sıkı dostlardır aynı zamanda.
Cenazesinde Naim’in tabutuna sarılır rakibi. Gözyaşları döker…
***
Leonidis, Naim'i uğurlarken.

Naim’in sporumuza en önemli katkısı, çocukları yönlendirmesiydi.
Çünkü bizim çocuklarımızın da başarabildiğinin göstergesiydi Naim.
Bugünle mukayese etmek çok yanlış olur.
Bırakın madalyayı, bayrağı bile göndere çekilmeyen bir ülkenin sporcusu o.
Velhasıl, sporcudan çok daha fazlası.
Bugün bir Portekizli çocuk için Ronaldo neyse, benim kuşağım için Galatasaray’ın UEFA kupasını kazanması neyse, bunun kat be kat üzerini tahayyül etmeye çalışın.
O kaldırdıkça, zihinlerdeki zincirler kırıldı gençlerde. Büyükler gözyaşı döktü sevinçten.
Meyvelerini topladık 2004’te.
Atina Olimpiyatlarında; Halil Mutlu, Nurcan Taylan, Taner Sağır gibi sporcular madalya üstüne madalya almışlarsa, Dünya ve Avrupa şampiyonlukları yaşamışlarsa, bunun kıvılcımı Naim’dir.
Bir sporcunun bundan daha ulvi bir işlevi, hizmeti olamaz.
Gerçi hoş biz onun da kıymetini bilemedik. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünde halter dersinden bıraktık Naim’i 1991’de.
Baya halter dersinden kaldı Naim. ‘Stili hatalı’ denildi. ‘Halteri eksik biliyor’ denildi. Hatta ‘Halteri bilmiyor’ denildi.
Oysa Naim’in stili; hızlıydı, özgündü. Koparmadaki ‘kılıç çekmek gibi’ diye tabir edilen hıza sahipti.
Avrupalı kıymetini bildi. Uluslararası Halter Federasyonu Yönetim Kuruluna aldı onu. Orada da katkı sağladı. Ancak burada federasyon başkanı olmak istedi. O dönem birilerinin adamı olmadığı için, yaptırmadılar. Seçilemedi.
Yanlış anlaşılmasın. Kıymet görmedi demiyorum. Gördü. Fakat çok daha fazlasını alabilirdik ondan... İzin verilmedi.
Naim’den yeterince faydalanamadık. Bir dönem dünyada bir numaraydık halterde. Tetikleyicisi de oydu. Şimdi baş aşağı gidiyoruz. Sebep aramaya gerek yoktur herhalde?
***
Velhasıl, bir Naim geçti bu ülkeden.
Allah rahmet eylesin.

17 Kasım 2017 Cuma

Asıl mesele öğretmen

Hayli zamandır eğitim sistemimize ilişkin tartışıyoruz.
Yenilikler, alınan kararlar, dönülen kararlar…
Çocuklar denek oldu. Hepsi perişan. Her kafadan da bir ses çıkıyor.
O kafalara bir ses daha ekleyen Schleicher röportajından bazı kesitler paylaşmak istiyorum bu hafta.
Haber Türk Gazetesi, PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) Direktörü Andreas Schleicher ile Türk eğitim sistemi üzerine bir röportaj yapmış. Bir de bu açıdan bakalım derim. Sağlıklı bir özeleştiri olur.
PISA üç yılda bir sınav uygular dünyanın dört bir yanında.
15 yaşındaki çocukları değerlendirirler.
Matematik sorarlar, fen sorarlar vs.
Ülke olarak bu sınava 2003’ten beri katılıyoruz.
Son sınav ise 2015’te yapıldı. 72 ülke arasında 50. olduk. Bilim ve matematikte sondan ikinciyiz.
Şimdi gelelim Scleicher’in değerlendirmelerine... Bakın ne buyurmuş…
-    Başarılı eğitimin anahtarı olarak, ‘‘Her çocuğun öğrenebileceğine güvenmeli’’ diyor.
-    ‘‘En iyi sistem, her öğrencisini başarıya götürebilendir’’ diyor.
Kabul edersiniz ki, ikinciyi sağlamak çok zor. Ancak genel bir başarıdan söz edebilmek için şu teşhisi koymuş Scleicher, ‘‘ Eğitimin genel başarısı öğretmenin başarısından fazla olamaz. Yani öğretmen ne kadar iyiyse, sistem de o kadar iyi olur. Önemli olan, en yetenekli kişileri öğretmen olmaya çekmek. Öğretmenlik prestijli olmalı… En yetenekli öğretmenleri de en zor koşullardaki okullara vermeli. Çin bunu çok iyi başarıyor. Dezavantajlı kesimden geliyorsanız, hayatınızda tek bir şans var: İyi eğitim almak. Temel mesele, en muhtaç olanın en iyi eğitimi alması.’’
Baktığınızda atla deve değil. Herkesin düşünebileceği, son derece basit, temel tespitler gibi gelebilir. Ama hayır. Bunu bile düşünüp uygulamaktan aciziz. Bırakın uygulamayı, son 1 aydır tartışıyoruz bu eğitim meselesini, kaç bürokrat ya da siyasi ya da eğitimci çıkıp dedi ki, ‘‘İşin anahtarı sistem, sınav değil öğretmen kalitesidir.’’ Oturup bunu düşünmek lazım.
BAŞKA NELER DİYOR SCHLEİCHER
‘‘Artık okuryazarlık bilgiyi bulmak değil, inşa etmek’’ diyor.
‘‘Türkiye’de çok matematik öğretiyorsunuz ama geleceği şekillendirecek olan matematikle alakanız yok’’ diyor.
‘‘Öğrenciler matematikten korkuyor, çünkü temeli yok. Her gün formül dayatırsanız öğrenciler matematiğin ne olduğunu anlamaz zaten. Tek yol matematiğin derin anlamını öğretmek’’ diyor.
‘‘Devamlılık ve tutarlılık önemli, öğretmene ve öğrenciye her gün yeni bir şey anlatırsanız, bir gün hiçbir şeye inanmaz hale gelirler’’ diyor.
‘‘Ezberde iyisiniz ama elinizdeki bilgiyi uygulamakta zayıfsınız’’ diyor. PISA skorlarında geriye düşmemizi de buna bağlıyor. Çünkü artık dünya ezberden uzaklaşıyor, doğrudan uygulamaya ve üretkenliğe kayıyor. Kısacası yeni dünya düzenine ayak uyduramıyoruz.
‘‘Geleceğin öğretmeni daha az eğitmen, daha çok akıl hocası olacak’’ diyor.

YENİ SINAV SİSTEMİ

TEOG’un yerine gelen yeni sistem hakkında da düşüncelerini paylaşıyor.
‘‘Mahalle okulu sistemi prensipte çok iyi işleyebilir’’ diyor. Ancak şunu da ekliyor: Bu sistemi getiriyorsanız, en iyi öğretmenlerinizi en dezavantajlı okullara göndermeniz şart. Aksi takdirde makas açılır. Eşitsizlik daha da büyür.
Zaten biz de bundan korkmuyor muyuz? Emlak piyasası şimdiden kaliteli okul mesafesine göre şekil almaya başladı.
En sevdiğim tespitlerinden biri de şu oldu: Seçmek iyi bir yöntem değil.
Malumuz, 3 yıllık müfredat, 60 soru ve süre 90 dakika…
Bütün meseleyi bundan ibaret görüyoruz.
Bir ekliyoruz, bir çıkarıyoruz.
Sınavla, öğrenciyi seçmekle falan uğraşmayın arkadaş. ‘‘Gelişime odaklanın’’ diyor.
Derdimiz şu olmalı: Öğrenci nasıl daha iyi öğrenir? Öğretmen nasıl daha iyi öğretir?
Açık uçlu soru meselesine de değiniyor. Çocukların kendi cevabını oluşturması iyi hoş da… ‘‘Çok net bir notlama yönergeniz olmalı…’’ diye de ekliyor. Çünkü nasıl yapılacağı şüpheli. Kafalar karışık, durum suistimale çok açık… Gerçi onun da çözümü var. PISA, cevap kâğıtlarını 4 ayrı kişiye okutuyor. Örnek alınabilir.

SON AŞAMA TAVSİYE

Hükümete diyor ki, ‘‘Öğretmenlere daha fazla fırsat verin. Kendilerini geliştirmelerini sağlayın. Öğretmenliği hem finansal açıdan hem de entelektüel açıdan çekici kılın’’
Öğretmene diyor ki, ‘‘İyi öğretmen araştırmacıdır. Sadece ders kitabında yazanı öğretmez. Yeni eğitim teknikleri geliştirin, sürekli öğrenin’’
Ebeveynlere diyor ki, ‘‘Çocuklarınıza özgüven aşılayın. Öğretmenlerini destekleyin’’
Öğrenciye diyor ki, ‘‘Yeni fikirlerden ve hata yapmaktan korkmayın. Sınavlara değil hayata kafa yorun’’
Bana düşen pay da, eğitimin geleceğinin kodlarda ya da yazılımlarda değil toplumsal değerlerde saklı olduğunu söylemesi oldu.
Velhasılı; sınavlar, yasaklar, sistemler, değişiklikler olmamalı bizim meselemiz.
Onun yerine, ‘Nasıl daha kaliteli öğretmenlere sahip oluruz?’ Sorusunu sormalı.

10 Kasım 2017 Cuma

Sarı saçı, mavi gözüyle Mustafa Kemal

Bugün 10 Kasım.
Tam 79 yıl evvel, Cumhuriyetin babası Mustafa Kemal Atatürk, ebedi âleme intikal etti.
Giderken de, milletiyle omuz omuza verip oluşturduğu kocaman bir miras bıraktı hepimize.
Bu mirasa ne kadar sahip çıkıldığı ya da doğru anlaşıldığı ise tartışılır…
Malum, devletimizi kuran bu eşsiz adama ve annesine hakaret edenlerin sessiz sedasız salıverildiği günlerdeyiz…
Bugünkü meramım; siyasi amaçlarla manipüle edilen, geçmiş üzerinden daha da büyütülen ‘husumetçiliğe’ tuz biber olmak değildir.
Hiçbir zaman da olmadı ya, neyse.
***
Mustafa Kemal’in mirasının da dışında, sadece kendisiyle ilgili ufak tefek bazı şeyler paylaşmak istiyorum sadece.
Etten kemikten bir kahraman, peki ne kadar tanıyoruz onu?
1.74 boyunda bir adam. Siroza yakalanana dek 76 kilo. 43 numara siyah rugan ayakkabılar…
Atatürk soyadını beğenerek kabul eder fakat, ‘Ata’ ifadesini ve kendisine ‘Atam’ denilmesini katiyen sevmez.
En sevdiği yemek kuru fasulye ve pilavdır. Askeri okuldan kalma bir lezzettir onun için. Öyle pek yemekle arası da yoktur zaten.
***
Cumhurbaşkanlığını hep sıkıcı bulur. Köşkten ve protokolden sık sık kaçar.
Çaktırmadan halkın arasında karışırmış. Koruma ekibine her yakalanışında da, ‘Eyvah, yine geldi benim Azrailler’ dermiş.
Bir defasında yolda mahsur kalmış hatta.
Çankaya’da bir gece vakti çıkmış köşkten usulca, şoförünü almış sadece yanına…
‘Hadi çocuk, Konya’ya gidelim. Bakalım orada durum nedir?’
Mevsim kış, vakit gece… Araba saplanır kara, çamura… Mahsur kalırlar. Köylüye ulaşır, yardım alırlar…
***
En büyük hayalini biliyor musunuz? Dünya turuna çıkmak…

Ömrü vefa etseydi, Türk dili ve tarihine ilişkin çalışmalarını genişletmek maksadıyla dünya turu yapacaktı.
3-4 bin civarında kitap okuduğu tahmin edilir. Ama bir tanesi vardır ki, cephede bile yanından ayırmaz, sürekli cebinde taşır. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’dur o kitap… Her gün rastgele bir sayfasını açar okurmuş…
Bir de küçük mercekli Kuran’ı vardır. Onu da göğsündeki cebinde taşırmış her daim.
Bir gün trene biner. Biletçinin milletvekillerinden para almadığını görür, sebebini sorar. Vekillerin trene bedava bindiği söylenince, o da söylenir, ‘Ne güzel halkçılık ama!’
***
 Savaş meydanlarında gözünü kırpmaz ama onun dışında kan görmeye de dayanamaz. Hemen tutarmış…
Dans sever, türküye bayılır… Bazen eşlik eder bazen dinler…
Güreş tutkunu, binicilik ve atıcılık da çok başarılı, yüzmeyi de pek severmiş…
Kıyafetlerini hep kendi tasarlar…
Matematik ustasıdır. Hatta bir de geometri kitabı yazar. Geometrik terimleri Fransızcadan dilimize çevirir, çoğunu hâlâ kullanıyoruz.
Düzgün ve özenli bir Türkçesi vardır. Askerlik döneminde ise yazılı dilde ağdalı bir Osmanlıcaya şahit oluruz.
Askeri eğitiminde öğrendiği Fransızcasını ise yıllar içinde hayli geliştirmiştir. Akıcı ve zengin bir kelime hazinesiyle konuşur. Biraz da Almanca bilir.
***
Rumeli şivesi de vardır inceden. Selaniklidir nihayetinde.
Bazı kelimeleri telaffuz ederken, çıkıverir ağzından…
‘Çocuk’ ifadesini sık kullanması da bundandır.
Günlerden bir gün genç ziraat mühendislerini çağırır çiftliğe (AOÇ),
‘Anlatın bakalım bu iş tutar mı?’ diyerek rapor ister.
Gençler çekine çekine, ‘Burada bir şey yetiştirilmez Paşam’ der.
Çiftlik konusundaki ısrarında yanıldığını fark eder paşa.
Kendi kendine söylenmeye başlar, ‘‘Çiftçilik senin nene Mustafa, baban da mı çiftçiydi!’’
Sesi de toktur. Merak eden, rahatlıkla orijinal sesini bulup dinleyebilir internetten. Meclis konuşmaları mevcuttur.
***
Daha fazlasını öğrenmek isteyene de tavsiyemdir: Apır sapır konuşan gafiller yerine, sağlıkla kaynakları okusunlar.
Hoş, Mustafa Kemal’in üstüne yalan, iftira yürümez…
Onun büyüklüğü gün gibi ortadadır.
Ve yıllar geçtikçe büyümeye devam ediyor.
Sen, nur içinde yat Paşam…

3 Kasım 2017 Cuma

Eyy Altınordu, bize seni gerek seni!

Epeydir yazayım diyordum, bir türlü fırsat olmadı.
Belki de yaptıkları işleri hayran hayran seyretmekten, kendimi alamadığım içindir.
Altınordu’dan bahsediyorum. İzmir’de bir futbol kulübü.
Hayranım yaptıkları işe.
Türk sporunun durumu malum. Hele futboldaki durumumuz içler acısı.
Sorunlar say say bitmez:
-    Futbolcu yetişmiyor
-    Kulüpler batmış
-    TFF’nin hali ortada
-    Milli Takım rezalet
-    Taraftarlık, tribünde de medyada da çığrından çıkmış vs.

Şu ortamda maç kazansan ne olur? Şampiyon olsan ne olur?
Meselenin özünü kaçırıyoruz! Spor her ne kadar eğlencelik bir faaliyette olsa, kocaman bir ekonomisi olsa da nihayetinde bir oyun, spor…
Tüm bu problemler arasında bir kulüp çıkıyor ve ‘‘İyi birey, iyi vatandaş, iyi futbolcu’’ söylemiyle ‘BEN BU İŞİ YAPARIM’ diyor.
Mevzuyu özünden yakalamışlar: İnsan yetiştiriyorlar
Keşke her ilden bir Altınordu çıksa… ‘‘BEN BU İŞİ YAPARIM’’ dese…
Hazır önlerinde örnek de var. Altınordu’nun nasıl yaptığına baksınlar yeter. Motivasyonları ortak olsun yeter.
Kulüp Başkanı Seyit Mehmet Özkan…
2012’de kulübü şirketleştirmiş.
Toplamış gencecik, pırıl pırıl çocukları…
Onlara iyi eğitim vermeye odaklamış kulübü.
Öyle fedakârlık gibi bir durum söz konusu değil. Kârlı bir iş bu.
Yeter ki kulübünüzü iyi öğretmenlere, iyi antrenörlerle donatın.
Şimdiden milli takımlara, üçü A milli olmak üzere 35 futbolcu gönderiyorlar.
5 yılda kat ettikleri mesafe, şahane!
Altyapıdan yetiştirdikleri oyunculardan bazıları şimdiden yol almaya başladı bile.
Altınordu’dan Başakşehir’e transfer olan Cengiz Ünder, bu yaz Roma’nın yolunu tuttu.
Transfer bedeli ise tam 15 milyon Euro! Bugüne kadar bir Türk futbolcusu için ödenen en yüksek bonservis bedeli.
Yine altyapının ilk meyvelerinden Çağlar Söyüncü de bu yaz Freiburg’a transfer oldu. Avrupa’ya en son ne zaman bir savunmacı ihraç ettiğimizi inanın hatırlamıyorum bile.
Peki, Altınordu bunu nasıl yapıyor arkadaş?
Çünkü tek dertleri para ya da puan kazanmak değil.
Altınordu’nun derdi; ‘iyi birey, iyi vatandaş, iyi futbolcu’ yetiştirmek.
Altyapıdan yetişen çocukların verdiği röportajlar bile, Uluslararası platformda oynayan ‘abi’lerine ders verir nitelikte.
Hem futbol, hem ‘adam’lık dersi.
Nagelsmann’ın sahayı 16’ya bölme kuralından girip, paylaşımın ve üretimin, bilginin öneminden çıkıyorlar….
Bu çocuklara sadece futbol öğretilmiyor.
Aynı zamanda İngilizce öğretiliyor.
Satranç öğretiliyor.
Dünya klasikleri okutuluyor.
Saha dışında iyi birey olmanın en az saha içi kadar önemli olduğu öğretiliyor.
Üretimin önemini kavrasınlar diye, bu çocuklara tarlada domates toplatılıyor.
Diyetisyenler ve psikologlar çocuklarla özel olarak ilgileniyor. Bilhassa öfke kontrolü hususunda.
Süleyman Seba’nın, ‘İyi insan olmadan, iyi Beşiktaşlı olunmaz’ sözü, bu çocukların zihnine mıh gibi işleniyor.
Son yıllarda mevcut ortamdan fena halde sıkılmış, giderek uzaklaşan bir futbolsever olarak tek umudum Altınorduların çoğalmasıdır. Başkan Özkan ve beraberindeki tüm çalışma arkadaşları, yetiştirdikleri gençler, bu oyuna dair yegâne umudum.
Zira, ulvi bir amaç ve motivasyonla ilerliyorlar bu yolda.
Şu an tüm kulüplerden daha heybetli duruyorlar gözümde.
Umarım bu meyve veren ağaç taşlanmaz, yağmalanmaz…
İnşallah Altınordu, biz futbolseverler için romantik bir hikâyeye dönüşmez ve diğer kulüplerimiz de bu vizyonu örnek alırlar diye umuyorum.
Bize daha fazla Altınordular gerek.
Hem de her şehrimize, her ilçemize…

Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unutur...

31 Aralık 1999