28 Nisan 2017 Cuma

Fransa’da neler oluyor?

Haftalardır bangır bangır yayın yapılıyor Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine. 16 Nisan sonrası daha da yoğunlaştı. Peki bizi neden bu kadar ilgilendiriyor bu mesele? Konuya Fransız kalmayalım isterseniz.
Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk tur oylaması geçtiğimiz hafta yapıldı.
Buna göre Emmanuel Macron oyların yüzde 23,9'unu alarak seçimden birinci çıktı. Marine Le Pen de yüzde 21,4'lük oy oranıyla ikinci oldu. Merkez sağdaki Cumhuriyetçiler Partisi'nin adayı François Fillon ve aşırı solcu aday Jean-Luc Melenchon ise yüzde 19'un üzerinde oy aldılar.

2. TURA KALDI

7 Mayıs’ta gerçekleştirilecek olan 2. turda ise iki aday var:
Mavi köşede, ‘Yürüyüş’ hareketinin lideri Macron,
Kırmızı köşede ise Ulusal Cephe’nin lideri Le Pen.
Bu iki isimden biri Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı olacak.

TABLO BİRAZ GARİP

Yarı-başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa daha önce böyle bir vaziyete şahit olmadı.
Le Pen’in partisinden mecliste sadece 1 vekil var. Üstelik, Le Pen 2. turda daha fazla oy alabilmek için partisinden de istifa etti.
Macron’un ise henüz bir partisi bile yok. Ama ‘Yürüyor’...
Yeni cumhurbaşkanının ne kadar işlevsel olacağı meclisteki dağılımla da ilintili.
Çünkü haziran ayında yapılacak olan genel seçimle meclis de yenilenecek.
Şimdi iki adayı da biraz tanıyalım.

NE SAĞCI NE SOLCU

Emmanuel Macron, 39 yaşında Rotschild Bankası’nda yetişmiş bir ekonomist.
‘Ne sağcıyım ne solcuyum’ dedi.
Önce cumhurbaşkanı danışmanı oldu.
Arkasından sosyalist bir hükümetin ‘partisiz’ Maliye Bakanı oldu.
2 Yıl sonra ‘Yürüyüş’ adını verdiği siyasi hareketi oluşturdu.
Bu hareket, cumhuriyetin değerlerinin ön plana çıkarılması şeklinde özetlenebilir.
Üyeleri, kapı kapı dolaşarak Macron’un propagandasını yapıyor.
Bu konuda iyi yol almışlar.
1 yılda %23,9’luk bir taban oluşturmak fena iş değil hani.
Henüz parti bile kurmadılar.
İş adamları da büyük ölçüde Macron’un arkasında.
Sebebi ise, Macron’un küresel ekonominin ve AB’nin dostu olması.
Ne de olsa mecburlar. Ringin diğer köşesindeki Le Pen, AB’den ayrılma taraftarı.
Ancak Macron’un kemer sıkma politikasından rahatsız olan geniş bir kitle var. Bu kitleyi 2. Turda arkasına alması ve haziranda yapılacak genel seçimde de genişletmesi gerekiyor. Evet Macron favori, ama istenmeyen favori. Çünkü halk içindeki gerçek temsil oranı %23,9. Bankacılık geçmişinden rahatsız olan geniş bir kitle var. İnsanları arkasına alabilmek içinse 1 ayı kaldı.

ASIL KUMAR, LE PEN


Diyelim ki, Fransızlar Le Pen’i seçti.
İşte risk budur dostum.
Hem mecliste hem sokakta tüm partilerin düşman olduğu bir parti ve liderin kızı, Marine Le Pen.
Fransızlar, baba Jean Le Pen’in geçmişteki sert söylemlerini hala hafızalarında taşıyor.
Geçmişte kötü tecrübeleri oldu.
Ulusal Cephe, halkı ürkütüyor.
Le Pen, sırf bu yüzden 2. tur öncesi Ulusal Cephe’nin başkanlığından istifa etti.
Babası ve Ulusal Cephe’nin geçmişini resimden çıkartırsak Le Pen, söylemleriyle halkın büyük bölümünü arkasına alabilirdi aslında.
Tıpkı diğer Avrupa ülkelerinin sağa çekmesi gibi Fransa’da sağa çekebilirdi.
Bir defa dini siyasete alet etmiyor.
Laiklik konusunda taviz vermiyor.
Ciddi değişimler öneriyor Le Pen.
Önce Fransızların refahı diyerek AB’den ayrılma taraftarı olduğunu söylüyor.
Küresel ekonomiye karşı.
Ulusal ekonomiden taraf.
Avro’yu bırakalım, ulusal paramız olan Frank’a geçelim diyor.
Tabi tüm bunlar Fransızlara cazip geliyor.
Ancak Ulusal Cephe ve Le Pen ailesinin sicili pek parlak değil.
O yüzden işi zor. Kazanamayacak gibi.

FRANSA=%50 AB

Macron ve ‘Yürüyüş Hareketi’nin halkı arkasına alması, Le Pen ve Ulusal Cephe’nin bunu başarabilmesinden daha muhtemel. Ancak cumhurbaşkanı olması halinde, Macron’un genel seçimler sonrası ne kadar politik gücü olacak? Üstelik 2. turda seçilmiş olsa bile, oylamaya çok düşük bir katılım bekleniyor.
Ülkemizdeki pek çok siyasi isim, gazeteciler, yazarlar, meseleye sadece bu açıdan bakarak, yeni anayasal sistemimizle Fransa’nınki arasında mukayese yapmaktan kendini alamıyor. Kimi övüyor, kimisi de yeriyor Fransa’yı.
Oradaki seçimlerin alamet-i farikası şudur:
Le Pen seçilir ve meclis desteğini de alırsa, AB için geri sayım başlar. Çünkü Fransa, AB’nin yarısı demektir.
Macron seçilirse, AB rahat bir nefes alır.
Herkes brexit sonrası AB’nin dağılma sürecinin başladığını öngörse de Fransa ve Almanya’nın ayakları sağlam bastığı sürece AB varlığını sürdürür. Fransa’daki seçimlerin gerek bizi gerekse tüm dünyayı ilgilendirmesinin sebebi budur.

21 Nisan 2017 Cuma

1 tespit, 1 tavsiye, 1 soru

Referandum sürecinin de etkisiyle son zamanlarda insanlar gündemin içine daha fazla hapsedilir oldu. Gayet doğal.

Millet, ‘Ne oldu? Ne bitti? Ne olacak?’ Derken kendisini sosyal medyanın, haber sitelerinin, gazetelerin, televizyonların içinde buldu.

Ancak bizim toplum olarak normalimiz de bu değil mi zaten? Sürekli bir hareket, sürekli bir çalkantı, dinmeyen bir fırtına bizim gündemimiz. Toplumumuzun DNA’sına işlemiş sanki.
Ancak günceli takip ederken dikkat edin. İçinde boğulabilirsiniz. Neden mi?
İster haber sitelerine bakın ister sosyal medya paylaşımlarına (özellikle facebook) içerikler hiç hoş değil. Çünkü gündem hiçbir zaman hoş olmadı. Terör, siyaset, atışmalar, karşılıklı ideoloji çürütmeceler, taş atmalar, o onu dedi, bu bunu dedi, cinayetler, tacizler, tecavüzler, kazalar, linç arada bir de futbol o da gerginlik üzerinden… Bizim normal gündemimiz bu. Acı ama gerçek.
Başka ülkelerin gündeminin de böyle olup olmaması umurumda değil. Önce kendimize bir bakalım. Sapasağlam bir adamı bile sinir hastası eder bizim gündemimiz. Neden bu işkenceyi yapıyoruz kendimize?

Chomsky’nin sözüdür. Der ki, ‘Güncel olan tarihin mezarlığıdır.’

Tabi ki güncel olanı bilmeliyiz. Buna ihtiyaç var.
Ancak, insanların boş vaktini ve enerjisini tamamen güncel olana yöneltmesini ürkütücü buluyorum. İnsanı sığlaştırıyor. Dahası kafa olarak gerilememize sebep oluyor.
Nasıl mı?
Sürekli kendi görüşlerimizin onaylandığı, sadece ‘bizim’ sevdiğimiz şeyleri takip edip paylaşıyoruz. Aksine tahammül yok! Fanatikleşiyoruz. ‘Ben biliyorum’ fanatikliği. En tehlikelisi de bu. Madalyonun diğer yüzünde de beyinleri körelten bir şey var. O da şudur: Kitap okumaktan uzaklaştırıyor.
İnsan için öğrenmenin ve birikimin sınırı yoktur. Bilgi beyne aktıkça, ne kadar az olduğunu fark edersiniz. Akmazsa, bir damlayı dağ sanırsınız.
Bazı gazeteciler ve siyasetçiler dahi ‘Artık kitap okumaya eskisi gibi fırsat bulamıyoruz’ diyor. Bulamazsın tabi! Ben de tüm gün tweet atıp sağa sola sataşıp, bir taraftan foto paylaşsam ben de okumak için gerekli enerjiyi ve vakti bulamam. Hele hele bazı köşe yazarlarımız var, evlerden ırak! Ama sistem kabullenmiş bunları. Yetmemiş bağrına da basmış! Okumadan yazmayı öğrenmiş mübarek! Faydası yok zararı var bunların.

GÜNCEL, ZİNCİRİN HALKASIDIR

Gündemi okurken, çok takılmadan daima geçmişi hatırlamalı. Hatırlamak için bilmeli. Bilmek için okumalı. Bir şekilde kendi tecrübesini edinmeli insan. Çünkü, tarih tekerrürden ibaret. Her yaşanmış hadise bugün aynen yaşanır demiyorum. Ancak toplumun ve tarihin bir diyalektiği var. Bu yadsınamaz.
Bir İngiliz büyükelçisinin unutamadığım tespitidir:
‘‘Türkiye’den 3 gün ayrılın ve geri dönün. Sonra 3 gün içinde yaşananları inceleyin. Gündemin tamamen değiştiğini görürsünüz.’’
‘‘Türkiye’den 3 yıl ayrılın ve geri dönün. Sonra 3 yıl içinde yaşananları inceleyin. Gündemin hiç değişmediğini görürsünüz.’’

BİR TAVSİYE

Gündemin içinde boğulmayın, bırakın birileri bildiğini zannedip size anlatsın. Siz çapraz okuma yapın. Yani farklı kaynaklardan, farklı kafalardan beslenmeyi ihmal etmeyin. İster entelektüel merak hasebiyle, ister eğlencesine okumaktan vazgeçmeyin. Zira bu alışkanlık, kendinize ve çevrenize büyük bir iyilik olur…

BİR SORU

İnsanın elinin altında dünyanın en büyük kütüphanesi var. İnternet.
Peki, biz nasıl kullanıyoruz bu nimeti?
Başlığı ayrı, spotu ayrı, fotosu ayrı, metni ayrı telden çalan bir haberin sadece başlığına bakarak ‘vayy şerefsiz…’ deyip geçerek. İnsanları, bilip bilmeden yargılayarak. Ya da bir gafilin fotoğraf altına yazdığı caps tadındaki zırvayı ‘bilgi’ olarak kabul ederek. Dahası ona inanarak, başkalarına karşı da inatla savunarak…
Bünyemizde bir özgüven çelişkisi barındırıyoruz:
Bir taraftan ‘ben biliyorum’ havasında müthiş bir özgüven var.
Öte taraftan ‘lütfen herkes beni beğensin’ tadında bir ihtiyaç.
İkisi de aynı bünyede.
Soruyorum: Nasıl oluyor bu?
Mantıklı bir açıklaması olan varsa yapsın. Ben bulamıyorum.

14 Nisan 2017 Cuma

Afyon nelere kadir...

Adam Smith’in 1776’da Ulusların Zenginliği’ni yazdığı vakitlerde dahi Doğu’nun görkemi Avrupalıların gözlerini kamaştırıyordu.
Özellikle Çin, dünyanın en zengin, en çalışkan, en kültürlü ülkelerinden biri olarak görülüyordu.  Adam Smith, ‘Böyle bir uygarlık yerinde saysa bile geriye gidemez’ diyordu. Ancak gitti. Üstelik Adam Smith’in doğup büyüdüğü topraklardan gelen sarı oğlanlar yaptı bunu. İngilizler… Silahları ise afyondu.
13. yy Marco Polo’dan bu yana Çin’in zenginliği Batı’nın ağzını sulandırmıştır. Ancak 19. yüzyılda İngilizler Çin pazarına girmek istedikleri vakit bir sorunla karşı karşıya kaldı.
Çin, Avrupa’nın istediği her şeyi üretebiliyordu.
Fakat Avrupa Çin’in talep edeceği bir şey üretmiyordu.
Bu sorun İngilizlere engel olamazdı tabi.
Çinlilerin talep edecekleri bir ürün sunmaları gerekiyordu.
Kendi talebini getiren bir üründen yana kullandılar tercihlerini.
Afyon!
İlk iş sömürge Hindistan’da afyon ekmeye başladılar.
Uyuşturucudan kıyak ticaret mi var!
Eskobar, İngiliz Hükümetinin yanında halt etmiş!
Takvim yaprakları 1810 yılını gösterirken, Hindistan’dan Çin’e 1 yılda 325 ton kaçak uyuşturucu giriyordu.
Yüzyıllar boyunca ticaret fazlası veren, her sene arpası fazla gelen Çin borçlandı. Cari açık aldı başını gitti. Yetişemediler paranın uçuşuna, tutamadılar ellerinde.
Baktılar olmuyor ülkelerine uyuşturucu girişini engellemeye çalıştılar.
Tabi İngilizler boş durmadı. 1839 yılında ‘bağımlılık hakkı engellenemez’ bahanesiyle savaş açtı Çinlilere.
Çinliler pek tırsmadı bu savaş ilanından.
Binlerce yıl önce Türkler tarafından toprakları kısmen işgal edilmiş, bir ara Moğollarla cebelleşmiş, bunun dışında Çin Seddi’ne ihtiyaç bile duymamışlar.
Tehdit oluşturabilecek bir rakipleri olmamış hiç.
7 bin mil öteden gelen İngiliz gemilerinden korkacak hali yoktu tabi.
Çin dünyanın en kalabalık ülkesi ne de olsa.
Kağıt, barut ve pusulayı bulmuşlar ama bu icatların Avrupa’da nasıl ölümcül silahlara dönüştürüldüğünün farkında değiller.
Bir bilseler olacakları bulmadan kaybederlerdi bu icatları. O derece!
Savaşın kısa süreceğini düşündü Çin.
Hesapları şuydu: Bu İngilizlerin çok güçlü topları ve çok büyük gemileri var evet. Ama çok uzun bir yoldan geliyorlar. İkmal yapamazlar. Tek yenilgi onların sonu demektir. Arkası gelmez.
Gel gör ki hesap tutmadı. Çarpışmalar 3 yıl sürdü.
3 yılın sonunda Çin pes etti, masaya oturdular.
Sonuç: Çin, tazminat ödedi İngilizlere.
Yetmedi, birkaç limanı afyon ticaretine açmak zorunda kaldılar.
Yetmedi, Hong Kong adasını İngilizlere verdiler.
Kısacası Çin perişan oldu.
Ancak İngilizlere yine yetmedi…
1857’de ikinci bir savaş başlattılar. Çin’i daha fazla limanı afyon ticaretine açmak için zorladılar.
Çin kabul etti.
Yine tatmin olmadılar Fransızlarla birleşerek 20.000 bin kişilik bir orduyla Pekin’e yürüdüler. Sarayı yaktılar. Sırf daha fazlası için.
Bu ezici üstünlüğün kaynağı teknoloji değildi. Sadece sanayi farkıyla da açıklanamazdı. Afyon, Çin’i felç etmişti.
Tabi halkın canına tak etti. Köylü isyanları, ‘Büyük Barış’ hareketi, iç savaşlar derken Çin, Britanya darbesinin ardından ayağa kalktı, ancak faturası ağır olmuştu. Yeniden toparlanması tam 50 yıl sürdü. Milyonlarca insan öldü. Daha sonraki süreçte de çalkantılar bitmedi. Çin devrim gördü, komünizm gördü, şimdilerde ise kapitalizmin dibini görüyor.
Afyon ve türevleri ise hala en kârlı ticaret olmaya devam ediyor.

7 Nisan 2017 Cuma

Arşiv çok güzel sen de gelsene

1 Hafta oldu çıkamadım TRT Arşiv’den.
Uzun bir süre de çıkmaya niyetim yok.
Aman ya Rabbi neler var orada öyle!
Açık oturumlar, maçlar, konserler, röportajlar, birbirinden enteresan haberler…
Unutulan isimler, özlenen yüzler…
Eşsiz bir kaynak.
Sanki koca ülkeyi bir USB belleğin içine sığdırmışlar.
Dile kolay, 200 bin saatlik bir bilgi deposu. Ve giderek büyüyor.
TRT gerçekten de ülkemizin hafızası…



Arşivde  TRT’nin yayın hayatına başlamadan önceki dönemlere ait görüntüleri de mevcut. Mesela, Sultan Abdülhamid'in biat töreni, Sultan Reşad, Damat Ferit Paşa, 1919 Sultanahmet Mitingi, cumhuriyetin kuruluş dönemine ve Birinci ve İkinci Dünya Savaşına ait görüntüler…
Bendeniz 1990 doğumlu olduğum için özlem faslı bir hayli kısa tabi. Ancak arşivdeki gezintiyi daha eski tarihlere çektikçe bir şeyler öğreniyorsunuz. Benim için en çekici yanı bu. Kuşkusuz eski tüfekler için daha nostaljik bir rengi var bu arşivin. Fakat öğreticiliği hepimiz için geçerli olsa gerek.

GEÇMİŞİ UNUTMAMALI

Bugün verilen kararların, davranışların, toplumsal reflekslerin altında yatan sebeplerden biri de geçmiştir. Zira toplumsal hafıza, kimlik oluşumun önemli bir parçasıdır. Bu yönden bakıldığında TRT, tam zamanında koştu imdada.
İnsan geçmişe tanıklık edince, ‘vayy be nereden nereye’ diyor. Özellikle eski haberlere, tv programlarına, röportajlara bakınca… Ancak bu şahit olunan görüntü, toplum, o dönemin şartları bir mukayeseyi de beraberinde getiriyor.
Mukayesemiz şudur: O günlerdeki yayıncılık anlayışı ve mevcut yayıncılık anlayışımız.

TEKNOLOJİ İYİ HOŞ DA…

Tabi ilk olarak teknik imkansızlık dikkat çekiyor. Görüntü zayıf, ses çatallı, renkler tuhaf. Bugün öyle mi? Hd, 4k, ultra hd, 3 boyut, 33 boyut derken iş başka bir boyuta geldi. Sabit, tek perspektif kamera görüntüsünden, sıkıcı bir kadrajdan, sonra drone gibi bir teknolojiye erişti yayıncılık.
Bu açından bakarsak günümüzde harika bir yayıncılık var. İmkanlar müthiş. Kimse günümüzden, o günlere dönmek istemez. Ancak madalyonun bir de öbür yüzü var ki, ‘keşke o günlere dönebilsek’ dedirtiyor.

İNSANIN İÇİ CIZ EDİYOR

Nostaljinin lezzeti bir tarafa, ‘kamu hizmeti yayıncılığı’ nedir onu görüyoruz eskilerde. Programlar içerik açısından çok kaliteli. Özel kanalların henüz ortaya çıkmamış olmasından dolayı olsa gerek, reyting kaygısından ziyade ‘toplumsal fayda’ amacı görülüyor. Kültür sanat programları, davet edilen kişilerin çeşitliliği parmak ısırtıyor. Benim favorim açık oturumlar. Bayıldım bayıldım. Bugünden çok başka, çok centilmen, çok klas ve daima özlenecek bir üslup var.  Bazen izlerken, günümüzle mukayese yapıyorsunuz ve içiniz cız ediyor.



Peki bugün nasıl bir yayıncılık var?
Terazinin diğer kefesini tek örnekle dolduracağım. Yeterince ağır zira.
10 seneyi aşkın ekranlarda yer alan evlilik programları daha yeni kaldırılıyor. Toplumun ilk günlerde olağanüstü bir durum olarak karşıladığı bu programlar iyiden iyiye normalleşmişti. Bu programla kaldırılsa bile toplumsal ahlakımızda gedik açmayı başardı. Çünkü artık normal karşılanıyor. Sırada ne türlü bir formatın olacağını ise kestiremiyorum. Ancak şundan eminim, daha beteri olacak.
Neyse biz TRT’ye dönelim. Ben bir haftalık izlenimlerimi, tespitlerimi de bir kenara bırakayım. Biriktirmeye devam.
Son olarak, şiddetle tavsiyemdir: İzleyin, mukayese edin, tadını çıkarın. Nereden nereye geldiğimizi bir kez daha değerlendirin.

Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unutur...

31 Aralık 1999