31 Mart 2017 Cuma

Turist Ömer derler adına

Bugün Recep İvedik 7 milyon gişe yapıyor!
Bu durum ister istemez bir sürü soru sorduruyor insana.
İlk soru şu: Neden bu kadar çok izleniyor?

Aşağı yukarı herkesin ortak bir cevabı da var: Gülmeye duyulan ihtiyaç olarak tanımlıyoruz durumu.
Toplum olarak neye gülüyoruz neyi sevmiyoruz diye düşünürken benim kafa biraz eskilere gitti. İlk akla gelenler Kemal Sunal, Şener Şen ve Sadri Alışık tabi. Liste daha uzar gider de ama Rahmetli Sadri Alışık’ın, Turist Ömer karakterine takıldım kaldım bu ara. Hepsinden eski, hepsinden pervasız.



Enteresan adam vesselam!
Hem turisttir hem yerli.
Yapayalnız ama bir o kadar da neşelidir.
Avare sanırlar ama kafası zehir gibidir!
Aylak gözükür fakat gel gör ki çalışmadığı iş yoktur.
Bir bakmışsın bir benzin istasyonunda çalışır, araba yıkar… Bazen de süt satar geçimini sağlar. Ne iş olsa yapangillerden.
O’na göre İstanbul gülünç haldedir.
Şehirle, insanlarla çok pis geçer dalgasını.
En çok da kendisiyle dalga geçer.
Hiç aşık olduğu görülmemiş. Duramaz durduğu yerde çünkü. Alır ceketini gider. Tek tabanca gezer.
Yolda yürürken izmaritin kralını seçer.
Sesi kıyaktır, fena şarkı söyler.
Aaa bir de koyu Fenerbahçelidir.

NEDEN TURİST?

Zamanın İstanbul’unu ve insanını çok iyi yansıtır oynadığı filmler. Kentleşme sorunun başladığı yıllarda ortaya çıkıverir hikayesi. Öyle tesadüf falan değildir. Mekanı genellikle kornası, gürültüsü bol caddelerdir. Daha o zamanlarda İstanbul’a gelenlerin aidiyet çıkmazına ışık tutar. Turistliği de buradan gelir. O, eski İstanbullulardan değildir çünkü. Turist Ömer’in memleketi yoktur, anası babası yoktur, sahipsizdir. Rüzgarda uçan yaprak gibidir aslında, savrulur oradan oraya…

Rivayete göre Sadri Alışık, askerlik arkadaşından esinlenmiştir bu rolü oynarken. Ahmet adlı asker arkadaşının umarsızlığı, düzene ayak uyduramayışı hatta selam veremeyişi Turist Ömer’e ilham olmuş. O meşhur Turist Ömer selamı bile bir beceriksizliğin ürünüymüş meğer.

SEYİRCİ SEVER BİR KERE…

Yeşilçam’ın gelmiş geçmiş en sağlam karakterlerinden biridir. Hulki Saner’in kaleminden çıkar. ‘Helal Olsun Abi’ filmi siftahıdır. 1963 yapımı filmin başrolünde Ayhan Işık vardır. Turist Ömer yan roldedir. Ancak Turist’in mizacı alır götürür seyirciyi… Öyle ki ertesi yıl başrol olarak girer beyaz perdeye. Arkasından 7 film daha gelir. Rahmetli Sadri Alışık öyle güzel girer ki o role, hala sağını solunu yamayıp o gömleği giyenleri görürüz.

SORULAR AYNI

Son yıllarda en çok izlenen yerli komedilere şöyle bir göz atınca benzerlikleri görürsünüz. En güçlü örneği Cem Yılmaz’ın G.O.R.A. ve A.R.O.G. filmlerindeki Arif karakteridir. Arif’in ince bıyıkları, bir filmde uzaya gitmesi, bir diğerinde taş devrine gitmesi çok net bit Turist Ömer naziresidir. Mizah anlayışları çok benzer. İkisi de cin gibidir. Zamane kuşaklarına doğrudan hitap eder, onları çok iyi tanır. 60’larda da 2004’te de soru aynıdır: Bir Türk uzaya giderse ne olur?

Günümüzde yapılan mizah bile, aslında hala Turist Ömer’den yer ekmeğini der. Ve Turist Ömer’in meşhur şarkısından şu dörtlükle veda ederim…

Amaneeeeey
sokaklarda aylak aylak gezerim, gezerim
izmaritin kralını seçerim
amaneey
trafikten çakarım
kıyak oto yıkarım
hiç bi işte tutunmam hepsinden de bıkarım
amaneey

24 Mart 2017 Cuma

Milli Takımın İkametgâhı Başkent Olsun

Futbolda çok hareketli bir hafta yaşıyoruz.
Uluslararası Futbol Zirvesi,
Ankara’ya yeni stat müjdesi,
Ankaragücü’nün sonunda hatırlanması,
Milli maç heyecanı,
Advocat’ın sezon sonu istifası,
Galatasaray’da ‘ağır topların harekete geçmesi’ vs. vs.
Spor medyasında içerik açısından zengin bir haftayı geride bırakmak üzereyiz. Tüm bu gelişmelerin hepsini tek tek değerlendiremeyiz.
Ancak iki tanesi var ki; biri iyi, diğeri kötü haberi veriyor.
Biz iyi olandan başlayalım.

STAT MÜJDESİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan duyurdu: 19 Mayıs Stadı yıkılacak ve yerine 45 bin kişilik yepyeni bir stat yapılacak.
Projesi hazır. Yıkım çalışması sezon sonunda başlar gibi. Başkentli bir futbolsever olarak ‘ohh be sonunda!’ dedim.
Stadın şehir merkezinde kalması çok önemliydi. Çünkü her şeyden evvel futbol, şehirde yaşar. O şehrin takımı, o şehrin göbeğinde oynamalı maçlarını. İnsanlar sokağa çıktığında, etrafına bakındığında, o günün maç günü olduğunu bilmeli. Bu stat hem Ankaralının cebine katkı sağlar hem de iyi bir ‘şarj istasyonu’ olur. Şehre heyecan katar. Konumu itibariyle trafiği de fazla yormaz. Her yöne otobüs, dolmuş, metro, YHT, BelkoAir hepsi de yürüme mesafesinde.

MİLLİ MAÇLAR ANKARA’DA OYNANSIN

Aksi durumda, Osmanlıspor gibi UEFA’da rakiplerinize kök söktürseniz dahi şehir arkanızda yer almaz. Bir defa şehirle alakanız yok! Yenikent’e arabayla bile bir buçuk saatte gidiliyor… Kim ne’ylesin maçı!

Asıl cazibesi milli maçlar olur. Yeni stat, Ankaragücü ve Gençlerbirliği gibi iki lokomotif kulübün dışında milli takımın da adresi olabilir. Yakışır Ankara’ya. Yeni stat, milli maçların değişmez adresi olmalı. Başkent seyircisi de bunun hakkını verir. 19 Mayıs’ta oynanan Türkiye – İsveç maçında bunu gördük.

GELELİM KÖTÜ HABERE

UEFA Finansal Fair-Play Direktörü Andrea Traverso, Uluslararası Futbol Zirvesi’nde şak diye söyledi futbolumuzun gerçeğini: Türk futbol kulüplerinin borcu %500 arttı.
Yarım saatlik bir sunum yaptı Traverso. Birbirinden ilgi çekici rakamlar sundu. Ancak işin özeti, %500’dür.
UEFA yıllardır bas bas bağırıyor. ‘Ayağınızı yorganınıza göre uzatın. Aksi halde kepenkleri indirirsiniz.’ diyor kulüplere . 2011’de başladılar bunu söylemeye. Bu sektördeki kontrolsüz paranın, dönen dolapların, haksız rekabetin önüne geçmek için bir reçete yazdılar. Finansal Fair-Play (Adil Oyun) Özeti de şu: Eyy kulüpler, gideriniz, gelirinizden fazla olmayacak.

AVRUPA İLE FARKIMIZ

Avrupa’daki hemen hemen tüm kulüpler bu racona uydu. Biz ise uymuyoruz.
2011’den bu yana Avrupa kulüplerinin borçları %80 oranında azaldı. Adamlar ayağını yorganına göre uzattı.
Peki bizim kulüplerimiz ne yaptı? Borçları %500 artırdı.
Frene değil gaza bastık. Üstelik, olduğumuz yerde patinaj çekiyoruz. Hani gaza basınca yol alsak, toplasak kupaları amenna. ‘Sportif başarı elde ediyoruz yakında bunu pazarlayarak durumu dengeleriz’ desek, o da yok. Altyapı ise hala anlaşılamayan bir hazine.
Anlaşılamayan diyorum çünkü, biz altyapı meselesini tesis ve stat yapmaktan ibaret sanıyoruz. Altyapının, ‘okul’ demek olduğunu hala idrak edemedik. Elimizdekilere bir bakalım…
-         Her konuda kulüplerin önünü açan, vergi borçlarını silen, stat ve tesis yapıp ‘gel kardeşim burada oyna’ diyen bir devlet var. (Avrupa’da bunun örneğini gösteremez kimse.)
-         600 milyon dolar gibi müthiş bir bedelle yayın geliri elden eden Süper Lig var. (Avrupa’da bu konuda 6. sıradayız)
-         80 milyon nüfusu olan, genç, dinamik ve futbola bayılan, hatta futbolu gereğinden fazla seven bir toplumuz. Yani hem müşteri-taraftar bakımından hem de insan kaynağı (futbolcu) bakımından potansiyeli çok yüksek olan bir ülkeyiz. Bu da tamam.
Kısacası para, insan, mekan var. Şunu da ekleyelim, mazimiz de var. Bir asırdır bu oyunu oynuyoruz.
Bu kadar avantajımız varken, hem sportif hem mali açıdan berbat haldeyiz.
O zaman sorun nerede?
İki temel meselede: Eğitim ve denetim.
Bizdeki pro lisanslı antrenör sayısı henüz üç basamaklı bile değil. Bugün futbolun en başarılı ülkeleri; Almanya ve İspanya’da bu rakam binlerle ifade ediliyor. Sorun eğitimde. Bizde öğretmen yok. Yani doğru deyişle antrenör yok. TFF’de verilen 2 haftalık geçiştirme kursla antrenör olunmuyor maalesef! Bu mesleği gerçek anlamda öğrenmek ve futbolcu yetiştirmek istiyorsanız UEFA’dan pro lisans almalısınız. Ya da TFF’nin verdiği eğitim bu standartlarda olmalı.

ÖNCE KALİTE

Çünkü antrenörler, futbolcuyu yetiştirir, geliştirir, oyunu belirler. Ülke futboluna bir gömlek giydirirler. Bir tarz oluştururlar. Sportif açıdan kalıcı başarı sağlamanız, bu gömleğin kalitesine bağlıdır.

Yetenek bakımından bırakın bizi, Almanya’yı bile besleyecek kadar gencimiz var. Ancak bunları işleyecek, yetiştirecek bir antrenör sayısı maalesef çok az. Kumaş var, usta yok! Çünkü antrenörler bu konudaki emeklerinin karşılığını alamayacaklarını biliyorlar. Bugün profesyonel bir kulübünün altyapısında çalışan antrenörün aldığı maaş 1.500 TL. Futbol kulüplerinin elde ettiği 3 milyar liralık yayın gelirinden bir altyapı antrenörüne düşen pay buysa, hiçbir kulüp yöneticisi çıkıp, ‘biz altyapıya yatırım yapıyoruz’ demesin.

BİR SORUN DA DENETİM

Korkunç bir para dönüyor bu sektörde ve doğru düzgün bir denetleme yok! Yöneticiler aldığı kararların bedelini kulüplere ödetiyor. Kulübün marka değerini de kullanarak kendi işini gücünü, ihalesini bağlıyor ve çekiliyor bir kenara. Kulübü borçlandır, taraftarı kandır, çek git… Çünkü hala dernek yasasıyla yönetiliyor kulüplerimiz. Çok azı şirketleşti.

MESELENİN ÇÖZÜMÜ BELLİ

Kulüpleri tamamen dernek yasasından çıkartıp, yöneticileri sorumlu hale getirmeli. Ancak yöneticiler kulüple ilgili mali konularda sorumlu tutulursa, düzlüğe çıkmak mümkün olur. Ayaklarını yorgana göre uzatmak zorunda kalırlar.

Sözün özü; eğitim ve denetim, futbolun reçetesidir. Ancak bu ikisiyle, sektörün uzun vadede canlanması ve devlete yük olmaması sağlanabilir. Bu yaptırım ve denetim de ancak devlet tarafından uygulanabilir. Taraftarlar kulüplerini seviyorsa, bu meselenin üstüne gitmeli. Çünkü kulüplerimizin freni boşalmış ve %500’den pek ders almamışlar gibi duruyorlar…

17 Mart 2017 Cuma

Avrupa sağa çekiyor

Aşırı sağcılar, Avrupa’da aldı başını gidiyor.
Benzer tabloyu Amerika’da da gördük;
Fakat, Avrupa’daki durum başka.
Bela açık açık, ‘Geliyorum’ diyor Avrupa’da.
Yıllardır veriyor sinyalini.
Hollanda ise bu gerçeği gözümüze gözümüze iteleyen ülke oldu.

SARMAŞIK GİBİ SARMAYA BAŞLADI


Almanya’da giderek yıldızı parlayan AFP,

Fransa’da babasının izinden giden Ulusal Cephe lideri Le Pen,
İngiltere’de ‘‘Brexit’’ başarısıyla, Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP),
Macaristan’da Viktor Orban liderliğinde 2010’dan bu yana tek başına iktidar olan sığınmacı karşıtı milliyetçi muhafazakarlar,
Avustuya’da aşırı sağcıların cumhurbaşkanı adayı Norbert Hofer %46,2 ile kaybetti seçimi ancak, aşırı sağın en ateşli olduğu ülkelerden biri kuşkusuz Avusturya. Çok kısa sürede %10’lardan geldiler bu noktaya.
Polonya’da iki dönemdir iktidarı kimseye kaptırmayan yabancı düşmanı, Hak ve Adalet Partisi (PİS)
Danimarka’da, yine yabancı düşmanlığıyla bilinen ülkenin en güçlü partisi Danimarka Halk Partisi hükümet kurdu.
Norveç’te ise adı üzerinde, Göç Karşıtı İlerleme Partisi 4 yıldır koalisyon ortağı.
Hollanda ise malumunuz…
Bu liste daha da uzatılabilir…
Avrupa’da git gide yabancıya düşman gözüyle bakmaya başladı. Bilhassa içeridekine!
‘Avrupalı zaten öyleydi. Türk’ü sevmez, Türk’ten korkar…  Değişen bir şey yok’ diye de düşünebilirsiniz. Evet, güçlenmemizi istemezler. Bunda değişen bir şey yok.
Değişen şey şu: Aşırı sağ, ‘terör ve ekonomik problemleri çözerim’ diyerek kalabalıkları kendisine çekiyor.

3- TEMEL SEBEP


1- İşsizlik: Avrupa Birliği özellikle İngiltere’nin ayrılık kararıyla ekonomik ve siyasi sarsıntıları daha derin hissetmeye başladı. Krizin tetiklediği işsizlik korkusu, ucuz iş gücü olarak kullanılması muhtemel olan yabancılara karşı nefreti körüklüyor. Bu da aşırı sağcıların ekmeğine yağ sürüyor.

2-  Güvenlik ve Terör: Mülteci akını karşısında Avrupalının ‘güvenlik’ endişesi üzerine oynuyor aşırı sağ. Hali hazırda Avrupalının yabancıdan hazzetmeyişini kullanıyorlar. DAEŞ, geçtiğimiz yıl özellikle Fransa ve Belçika’da ciddi terör saldırıları gerçekleştirdi. Güvenlik endişesi, Avrupalıya göçmen karşıtı sloganlar attırdı. Korkuları daha da arttı. Bu da aşırı sağcıların ekmeğine yağ sürüyor.
3-  Sol Tıkandı: İflas bayrağını çeken 3 ülke: Yunanistan, İspanya, Portekiz dışında görüyoruz ki sol giderek geriliyor. Bu üç ülke haricinde sol, öyle bir zayıfladı ki, insanlara alternatif sunamaz hale geldi. Çünkü vaktiyle Avrupa’da sol, neoliberal politikaları çok sert bir şekilde uyguladı. Bu yüzden, tüm samimiyetini kaybetti. Popülist olmayı da beceremedikleri için sesleri yüksek çıkmıyor. İnsanlara kendisini ifade edemiyor. Aşırı sağ karşısında giderek daha da kan kaybediyorlar.

GURBETÇİLER SIKINTI YAŞAYACAK


2008’deki krizin etkilerini daha tam atamadılar üstlerinden. Son yıllarda fazla göç almaları ve Fransa, Belçika gibi ülkelerdeki DAEŞ saldırıları fena korkuttu hepsini.

İşte bu çaresizliğin arkasından aşırı sağ fırlayıverdi öne. Popülizmden çok iyi faydalanıyorlar. Karşıt bir alternatif ise henüz oluşmuş değil. Oluşur mu? O da belirsiz.
İlk olarak, Nazi özentisi partiler peydah oldu birçok ülkede. Sırayla da ülkelerindeki meclislerde sandalye sayısını artırmaya başladılar. Kimi iktidar oluyor, kimi iktidar ortağı, kimisi de bir sonraki seçimde olacak… Olmasalar bile; bu akım, kalabalıkları sarmaya devam ettiği müddetçe Avrupa’daki Türkler için sıkıntılı günler yakın demektir… 

10 Mart 2017 Cuma

İvedilikle izleyiniz: Black Mirror

Teknolojinin ve bilhassa sosyal medyanın gelecekte bizi ne hale getireceğini merak ediyorsanız tavsiyemdir; bir doz Black Mirror…
İnsanlığın, nasıl postmodern dünyanın oyuncağına dönüştüğünü tokat gibi yüzümüze çarpan bu diziyi şiddetle tavsiye ederim.

BLACK MIRROR (KARA AYNA)

2011’de usul usul yayınlanmaya başladı İngiltere’de.

Yapımcısı Charlie Brooker adında bir adam.
Öyle çok uzun bir dizi değil.
Her iki senede bir olmak üzere hepi topu 3 ya da 6 bölüm yayınlanır.
Bir bölümün uzunluğu da ortalama 1 buçuk saattir.
Hemen her bölümün; oyuncusu, yönetmeni, senaristi, konusu farklıdır.
Ancak her seferinde aynı kalite yakalanır.
4. sezonun da bu yıl yayınlanması bekleniyor.

DİSTOPİK BİR DÜNYA

Dizi, distopik bir dünyayı anlatıyor. Gösteri toplumunun, kutuplaşmanın, linç kültürünün, sosyal medyanın, ‘‘herkes beni beğensin’’ hastalığının, teknolojinin, bundan 10, 20, 30 belki 50 yıl sonra nasıl bir hal alabileceğini gösteriyor. Her bir sosyal mesele için bir bölüm ayrılmış gibi.
Ve izlerken fark ediyorsunuz ki aslında o dünyanın, o zamanın tam ortasında yaşıyoruz. Dizide anlatılan toplum, bizim aynamız. Sadece biraz daha çıplak haliyle görüyoruz. Ve görünce de çok şaşırıyoruz (niyeyse?). Her izleyicinin verdiği tepki aynı oluyor; ‘‘aa tabi yaa…’’ Fikrimce, anlatı çok güzel olduğu için çarpıyor adamı.
Tüm bölümlerini anlatma imkanım yok. Bu sebeple, sadece son bölümünü biraz irdeleyip bitirelim.
3. Sezon 6. Bölüm – Sosyal Linç
Bir çok bölüm gibi bu da İngiltere’de geçiyor.
Arı nesli tükenmiş, devlet özel bir firmayla anlaşarak arı görünümlü drone üretmiştir.
Doğanın döngüsü kırılmasın diye serbest dolaşımla programlanan ‘arı’lar bal üretimini sağlıyor.
Ancak hiç kimsenin bilmediği bir özelliği daha var bu ‘arı’ların: Ulusal güvenliği korumak amacıyla ‘arı’lara kamera işlevi de yüklenmiş! Ülkenin her yerinde serbestçe dolaşan, her deliğe girip çıkabilen kameralar…
Merkezi sistem bu ‘arı’ları sadece takip edebiliyor, kontrol edip yönlendiremiyor. Devlet çok sayıda tehdidi ortadan kaldırmış oluyor bu sayede.
Halk ise izlendiğinin farkında değil ve haliyle bu işten memnun.
Proje başarıyla uygulanıyor.



ZİRVEYE ÇIKAN ÖLÜYOR

Fakat bir zaman sonra,  birisi bu ‘arı’ları hacklemeyi başarıyor. ‘Arı’ların işlevinin de gayet farkında. Üstelik onları yönlendirebiliyor. Adamın tek amacı var: bu teknolojiyi kullanarak, ülkedeki linç tutkunu kalabalığa bir ders vermek…
Ülkede bir linç kültürü hakim. Sosyal medyadan alabildiğine nefret fışkırıyor. Adam, Twitter’da dolaşan “#DeathTo” (…’ya ölüm) etiketiyle ülkede günün en çok nefret edilen kişisini belirliyor. İnsanlar bu etiketi kullanarak en çok nefret ettikleri kişiyi, o kişi hakkındaki düşüncelerini yazıyorlar. Nefret, hakaret ve küfür kusuyorlar adeta. Günün sonunda ne mi oluyor? Listenin zirvesindeki kişi kimse, o ölüyor.
Polis, ikinci cinayette durumu anlıyor. Katil, ‘arı’ları kişinin vücuduna yönlendiriyor. İnsanın vücudunun içinde bir sinir noktasına giren ‘arı’ kişinin bir anda acıdan deliye dönmesine sebep oluyor. Kimi boğazına saplıyor bıçağı, kimi camdan aşağı atlıyor. Acıya 10 saniye dayanabilen yok!
İşi çözüyor polis ama ne yapsa nafile… Katilden hiç iz yok, koca devlet bir hacker karşısında çaresiz kalıyor. Çareyi hedef olan kişileri saklamakta buluyorlar. Ancak her gün biri gidiyor, kan durmuyor…

SOSYAL CİNAYET

Doğal olarak hedefte de hep ünlü kişiler hedef oluyor. Toplumu durdurabilene aşk olsun! Başlarda suçlu ya da ahlaksız kişiler hedef oluyor ancak zamanla, bir gün gazeteci, bir gün bakan…
Yüz binlerce insan bu işi adeta oyuna çeviriyor. Tweet atarak, birilerini hedef tahtasına koyuyorlar ve hedefler her seferinde 12’den vuruluyor. İş sosyal linçten çıkıyor, sosyal cinayete dönüyor.
Ancak katilin amacı; ne devlete ne de ölen bu insanlar üzerinden bir şey anlatmaktır… O’nun anlatmak istediği şey, nefret dolu kalabalığın, lakayıt insanların, nasıl olup da dönüp bir gün kendisini vuracağıdır.



Linç kültürünü paspas eder bu adam. Klavye tetikçilerine hayatın acımasız yüzünü gösterir... Der ki, ‘‘Her birey, davranışlarının bedelini ödemelidir.’’
Son gün: Bu kez yem yoktur. Liste yoktur. Doğrudan hedefe yürür katil…
Ölüm çığırtkanları hedef olmuştur bu defa.
İşin başından bu yana asıl hedef de onlardır zaten.
Katil, ‘arı’ların hepsini birden, binlercesini salar insanların üzerine…
Kimse ne olduğunu anlamaz ve sonuç: yüz binlerce ‘klavye tetikçisi’ ölür…

AHLAK MI TEKNOLOJİ Mİ?

Bu, yalnızca bir bölümün hikayesidir. Son zamanlarda özellikle sosyal medya üzerinden yürüyen linç kültürünün varacağı noktaya dair çarpıcı bir örnek sunulur. ‘Klavye tetikçileri’ dünyanın her yerinde var. Herkesin ortak sorunu diyebiliriz. Onların besin kaynağı nefret. Tabi bunlar işin ahlaki yönü…
İşin bir de teknolojik boyutu var.
Ahlaki boyutu kadar olmasa da ürkütücü!
Japonya, robotik arı projesi için geçtiğimiz haftalarda çalışmalara başladı. Japonlar ciddi ciddi bu teknolojiyi hayata geçirmek istiyor. Hatta birçok ülkede robot böcekler var. Askeri alanlarda keşif ve gözcülük yapması maksadıyla bazı canlı böceklere çip yerleştirilebiliyor. Bu teknoloji bazı ülkelerde mevcut.
‘Yapmayın etmeyin! Dizide yaşananlar aynen başımıza gelirse ne yaparız?’ demiyorum tabi amma… Birçok hususta olduğu gibi teknolojide de güç arttıkça, kontrol güçleşiyor. Dünyanın en güvenli sistemleri dahi hacklenebiliyor. Bu da dünyayı giderek daha güvensiz bir yer haline getiriyor.
Şimdi soru şu, teknoloji mi ahlakı bozuyor?
Yoksa ahlak anlayışımız mı teknolojiyi tehlikeli kılıyor?
Karar sizin.

3 Mart 2017 Cuma

Yaptım ama bir sor, neden yaptım?

Güvenilir, namuslu bir insan evladını nasıl raydan çıkarırsınız?
Masumiyetini, saflığını kirletip nasıl bir ‘çakal’a çevirirsiniz?

Bunun cevabını Banker Bilo (1980) filminde bulabilirsiniz. Defalarca seyrettik bu başyapıtı… Seyretmeyenimiz pek yoktur. Gülmeyeni, eğlenmeyeni de bulamazsınız. Bir tarafta Şener Şen diğer tarafta İlyas Salman...


Mizahından ziyade sorgulayıcı tarafı değerli kılar bu filmi… Benzeri çoktur. Sürüyle örneğini sayabiliriz. Ancak benim bu haftaki derdim Bilo ve Maho’nun hikayesi.
Neyse uzatmadan mevzuya gelelim. Maho (Şener Şen) tam bir üçkağıtçıdır. Hırslı, hilekar, kurnaz mı kurnaz!

Bilo (İlyas Salman) ise tam bir gariban. Saf, temiz bir taşra evladı. O’nun için arkadaşlık, dostluk, hatır, paylaşım her şeyden önce gelir.
Haliyle Maho, kandırır da kandırır Bilo’yu. Defalarca ortada bırakır zavallıyı. Bilo parasını kaptırır, hapis yatar, her seferinde ağzı yanar Maho’nun işlerinden.

MASUMİYETİ ÖLDÜRMEK KOLAY

Ancak zamanla dayak yiye yiye dayak atmayı öğrenir Bilo. Zabıtasından işçisine, hemşehrisinden yoldan geçen adamına kadar herkes bir şeyler koparır Bilo’nun masumiyetinden. Bilo anlar ki, bu toplumun kuralları başka… İstanbul, memleketine benzemiyor. Oyuncular acımasız. O da kuralına göre oynamaya başlar haliyle.
Sonuç: Bilo artık Banker Bilo’dur. Maho’nun her şeyini elinden almıştır. İşini, karısını, her şeyini!

Masumiyeti öldürmek kolaydır… Adaletsizlik, masumiyeti öldürür. Bilo’nun masumiyeti de İstanbul’da yok edilir. Bilo, bu toplumun içine bir anda düşmüştür ve bu sebeple Bilo’yu da yaptıklarını da yargılamayız.

HEPİMİZ BİLO’YUZ!

Film boyunca hep Bilo’nun gözünden bakarız olaylara. O’nunla empati kurar, kendimizi O’nun yerine koyarız her seferinde. Bilo kandırılandır, Bilo mağdurdur. Her defasında kazıklanır Maho tarafından. Hikayenin sonunda Bilo artık köşeyi dönüştür, zirvededir. Maho ile son karşılaşmasında içimizin yağları erir. İntikamı ağır olmuştur.

HEPİMİZ PİŞKİNİZ!

Bu defa soruyu soran Bilo’dur… Der ki, ‘’Yaptım ama bir sor, neden yaptım?’’
Cevabı da kendisi yapıştırır peşin peşin. Maho’nun daha önce kendisini kandıran o sözlerini kullanır, ‘’Arkadaş arkadaşı sırtında taşır. Hep ben seni taşıdım, sıra bende artık. Biraz da sen beni taşı.’’ Bu sözleri söylerken o manidar el hareketi de bütün Bilo taraftarlarına derin bir ‘oh’ çektirir. Ne de olsa bunu yapmaya hakkı var!
Son sahnede de kollarını açıp, pişkinliğini kabullenir. Bu kazıkları atmaya hakkı olsa da yediği nanelerin farkında ve zincirlerini kırmış bir tavırla , ‘’Hepiniz el birliğiyle öldürdünüz Bilo’yu… O’nun saflığını, temizliğini yok ettiniz. İşte geriye bir tek bu kaldı: Namıssız Bilo!’’ der. ve SON…

 ‘Yaptım ama bir sor, neden yaptım?’
Bu soruyu Maho sorduğunda, pişkin ve vakit kazanılmak için yapılmış bir soru olarak değerlendiririz. Çünkü Bilo’nun tarafından bakarız. Maho’ya pek kulak asmayız aslında. Nitekim filmin sonunda bu soruyu Bilo sorduğunda daha iyi anlarız. Maho ile empati kurmaya da gerek kalmaz o anda. Maho’nun da neden böyle davrandığını anlarız.
Peki bu hususta kendimizle ne kadar empati kuruyoruz? Belki hiçbirimiz Maho ya da Bilo kadar gaddar değiliz. Belki aramızda daha gaddarca işler yapmış olanlar var.
Davranış, olay, olgu, ortaya çıkan siyasi, sosyal düşünceler, yaklaşımlar… Hiçbirisi tesadüfen ortaya çıkmaz. Maho’yu Maho yapan, Bilo’yu Bilo yapan o toplumun ta kendisidir. İkisi de o toplumun bir ürünü. Bu adamlar gökten ‘namıssız’ olarak inmedi.
Yaptı ama bir sor, neden yaptı? Çünkü İstanbul, o insanlara başka türlü yaşam hakkı tanımadı. Buna ister ‘Adamlar haklı, başka çareleri yoktu’ deyin, ister ‘‘Üç kuruş kazanırdı ama alnı ak olurdu. Hırs yapmasaydı’’ diye eleştirin.
BİZİM GERÇEĞİMİZ BU
Şu noktada hak veririm: Ne olursa olsun. Bilo gibiler masumiyetini kirletmemeli. Mücadeleye temiz yoldan devam etmeli.
Ancak ortada bir gerçek var, bir dayatma var: Türlü türlü hileyi yapan ve hesap vakti geldiğinde, malum soruyu soracak kadar pişkin olan bu adamları seviyoruz. Maalesef bizim insanımızın gerçeği budur artık. Bu filmin yapıldığı yıllarda da böyleydi. Bugün de böyle. Hatta ötesine geçtik…
İnsanların bugün geldiği nokta, ‘’Yaptım ama bir sor neden yaptım?’’ pişkinliğinin de ötesidir. O yıllardan bugüne ahlaki açıdan giderek geriliyoruz.  Şimdi devir, ‘‘Yaptıysam yaptım, sana mı soracaktım?’’ devridir. Etrafınıza bir bakın… Gündelik hayatta bunun örneklerini çok görür olduk. İşte bu pişkinlik ki hepimizi günde güne eritecek, masumiyet namına memleketimizde hiçbir şey bırakmayacak. Koşar adım gidiyoruz tavrın da ötesinde bir yerlere… Hadi hayırlısı…


Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unutur...

31 Aralık 1999