29 Aralık 2017 Cuma

2017 de geride kaldı... Kaldı mı?

1 yıl daha geride kaldı. İyisiyle kötüsüyle…
Reina katliamıyla başladı 2017… Tam 39 kişi katledildi.
Ardından İzmir’de bir hain saldırıyla sarsıldık. Fethi Sekin’in şahadeti, hepimizin yüreğini dağladı.
İlhan Cavcav’ı kaybettik. Onunla birlikte Gençlerbirliği de gitti. Yıkıldı yıkılacak koca çınar.
Kamunun devleri Varlık Fonu’na aktarıldı. Ziraat Bankası’ndan tut, Borsa İstanbul’a kadar…
Gazeteci Tayfun Talipoğlu’nu kaybettik. Keza usta oyuncu Halit Akçatepe’yi de.
Referanduma doğru giderken Hollanda krizi patlak verdi. Hani şu atlı itli hadise. Daha sonra Almanya ile de papaz olduk. Miting krizi çıktı. Söz konusu üç ülkenin de seçim öncesi dönemde söylemlerini sertleştirmesi üç hükümetin de işine yaradı. Seçimi atlatanların ‘canım kavga etmek istemiyor’ tavrı da dikkatten kaçmadı tabi.
Referandum mitingleri de yıla damgasını vurdu. Enteresan kampanyalar gördük.
Sonuç: %51,4 ile ‘evet’ çıktı. Türkiye şimdi 2019’da tamamen uygulamaya konmuş olacak Partili Cumhurbaşkanlığı sistemine gidiyor adım adım.
***
Referanduma kadar gündem kilitti. Hepimizin tek gündemi buydu. 16 Nisan sonrası 2017 daha da hareketli geçti. Özellikle sonlara doğru…
2016’da başlayan OHAL ve KHK’lar bugün olduğu gibi yine devam etti. Referandumdan 10 gün sonra 9 bin 103 polis açığa alındı.
Tunceli’de seçim sandıklarını taşıyan helikopterimiz düştü. 7 polis, 1 hakim, 1 asker ve 3 personel şehit oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan partisine yeniden üye oldu ve genel başkanlığa seçildi.
Beşiktaş üst üste 2. Kez şampiyon oldu.
Fenerbahçe ise Euroleague şampiyonu oldu.
Bir helikopter de Şırnak’ta düştü. Acı bir kazaydı. Bu defa 13 askerimiz şehit oldu. Kato’daki operasyonun kahramanları için ağladık.
14 Haziran’da MİT TIR’larının durdurulmasına ilişkin davada CHP’li Enis Berberoğlu tutuklandı.
CHP lideri Kılıçdaroğlu tepki olarak, 15 Haziran’da ‘adalet yürüşü’nü başlattı. Destekçileriyle, Güvenpark’tan İstanbul Maltepe Cezaevi’ne kadar yürüdü. Tam 25 gün sürdü ve Maltepe’de bir mitingle son buldu ‘adalet yürüyüşü’…
***
Bu arada bir de Katar krizi patlak verdi. Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, sonra Yemen, Maldivler ve Libya'da Tobruk yönetimi doğalgaz zengini Katar ile tüm diplomatik ilişkileri askıya aldıklarını duyurdu. Araya girdik falan filan…
Tekerlekli Basketbol Milli Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu.
11 Temmuz’da Fikret Hakan’ı kaybettik.
Kebapçı Selahattin skandalı patlak verdi. Bugün işler bambaşka…
15 Temmuz’un 1. Yıldönümünde eşi benzeri görülmemiş mitingler düzenlendi.
Kabine değişikliği oldu. Önceki kabineden 6 isim dışarıda kalırken 5’inin de görev yeri değişti.
Temmuz ayında bir de gök delindi. İstanbul’da son 32 yılın en yoğun yağmuru yağdı. Dolu, İstanbulluları perişan etti.
Derken Ağustos geldi… Akıncı Hava Üssü davası başladı.
Fatih Terim’in yerine Lucescu geldi.
Vatan Şaşmaz bir otel odasında öldürüldü.
Canımızı yakan bir başka hadise de Eren’in şehit edilmesi oldu. 15 yaşındaki Maçkalı Eren Bülbül, PKK’lılar tarafından vurulmuştu…
***
Sonbahar ise tam bir yaprak dökümüne sahne oldu.
22 Eylül’de Kadir Topbaş istifa etti. Arkası gelecekti…
S-400 için imzalar atıldı.
Barzani referanduma gitmek istedi. Tüm ikazlara rağmen gitti de… Ancak güvendiği dağlara kar yağdı. Başka bir deyişle o dağlar, Barzani’yi sattı. Söz dinlemedi, kaybetti.
Cumhurbaşkanı talimat verdi, TEOG kaldırıldı.
ABD, vize başvurularını askıya aldı.
Ampute Milli Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu.
Bir kısmı İstanbul’da düzenlenen Eurobasket hepimizi heyecanlandırdı. 12 Dev Adam, pırıl pırıl bir kuşakla karşımıza çıktı. Gurur yaşattı, gelecek adına umut verdi.
Mehmetçik, İdlib’e girdi.
LYS, YKS oldu.
Deniz Baykal beyin kanaması geçirdi. Şimdi Almanya’da tedavi görüyor.
Bursa ve Balıkesir belediye başkanları da Topbaş gibi istifa etti. Ancak hiçbir istifa Gökçek’in istifası kadar konuşulmadı. 23,5 yıldır yürüttüğü Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığından istifa etti Gökçek.  27 yaşında bir Ankaralı olarak hâlâ şaşırıyorum. Elimde değil. Hiç gitmeyecek gibiydi…
Şampiyonumuzu kaybettik. Naim Süleymanoğlu 18 Kasım’da hayata gözlerini yumdu.
Yerli otomobil için aranan babayiğitler bulundu. 5 ortaklı oluşumun hedefi, ilk otomobili 2019’da üretmek… Yollarda olması ise 2021 olarak planlanıyor…
DAEŞ bitti.
Zarrab Davası başladı 28 Kasım’da… Hakan Atilla da yargılandı. Karar ise önümüzdeki ay çıkacak. Kılıçdaroğlu’nun iddiaları da yine 2018’e sarkması beklenen gündem maddelerinden biri.
Tam bu gündemin üzerine Trump’ın Kudüs kararı düştü. Karar bomba etkisi yarattı. İslam İşbirliği Teşkilatı hemen toplandı. İstanbul Deklarasyonu yayınlandı. ‘‘Filistin’in başkenti Doğu Kudüs’tür’’ denildi. Ancak asıl karşılık BM Genel Kurulunda verildi.
BAE Dışişleri Bakanı’nın Fahreddin Paşa’ya terbiyesizliği de 2017’nin son gündem maddelerindendi.
Suriye’de yaşananlar ve OHAL’le gelen KHK’lar ise yıl boyunca meselemiz oldu. 2018’de de olmaya devam edecek…
***
Unuttuğum, yer veremediğim şeyler de oldu… Acısıyla, tatlısıyla koca 1 yıl geride kaldı. Fırtına gibi bir yılı geride bıraktık. 50 yıl sonra dönüp bakıldığında hatırlanacak şeyler yaşadık.
Ve yine o sözü hatırladım… ‘‘Türkiye’den üç gün ayrılın. Haberleri takip etmeyin ve geri döndüğünüzde gündemde ne olduğuna bakın. Her şeyin tamamen değiştiğini görürsünüz. Sonra üç yıl ayrılın ve yine takip etmeden geri dönün. Hiçbir şeyin değişmediğini görürsünüz’’
Hayat aynen devam ediyor. 1 yıla dönüp bakınca bunu görüyorsunuz. Özellikle, kendi hayatınıza dair bir muhasebe yaptığınızda…
Bazılarımızın geleceğe dair umudu var, bazılarımız karamsar…
Ben bu yıla karamsar başlayıp, umutla tamamlayanlardanım.
Her ne kadar moral bozucu şeyler olsa da umudu kaybetmemek lazım.

22 Aralık 2017 Cuma

Çöplükten kütüphane filizlendi


Bilen bilir, Türközü İmrahor’da 1970’lerden kalma, eski bir tuğla fabrikası vardır.



15 - 16 sene, atıl halde akıbetini bekledi bu eski bina.

Yaklaşık bir buçuk yıl önce de Çankaya Belediyesi bu atıl haldeki binanın bulunduğu alan çöp toplama şantiyesine çevirmişti.

Binanın dış dokusu da korundu. İçine temizlik işçilerinin dinlenebileceği odalar yapıldı.

Ancak burada çalışan işçiler, vaziyeti bambaşka bir boyuta taşımış.

Çöpleri topladıktan sonra arta kalan zamanda, çay ve yemek molalarında oturup kitap okumaya başlamışlar.

7 ay boyunca çöpten topladıkları kitaplarla bir kütüphane oluşturmuşlar.

4 bin kitaptan oluşan ve giderek büyüyen bir kütüphane.

Hepsi çöpten çıkma değil tabi. İşçilerin kitap topladıklarını duyan ve kitaplarını bu kütüphaneye bağışlayan yardımseverler de var.

Güzel iş çıkarmışlar. Okumak iyidir. Meyvesi güzeldir.

İşçiler şimdi mesai bitiminde de koşa koşa kütüphaneye gelir olmuş.

Almışlar tadını…



‘‘Keşke daha önce başlasaydık’’ diyen mi ararsın, ‘‘Mesai bitsin de geleyim diye can atıyorum’’ diyen mi…

Aşağı yukarı 100 kişilik bir ekip ve giderek kalabalıklaşıyorlar.

Canla başla, kütüphaneyi zenginleştirmek için kitap topluyorlar. Daha da önemlisi bu kitapları okuyorlar, okumak için can atıyorlar…

Şimdi yeni hedefleri var:

Öncelikle kitap sayısını 5 bine çıkarmak istiyorlar.

Ve bu kitapları da ihtiyaç sahibi köy okullarına göndermek niyetindeler.

Bunun yanı sıra, bir çöp kamyonunu gezgin kütüphaneye çevirmek istiyorlar.

Çocukları bu kütüphanede ağırlamak da hedeflerden biri.

Yıllar yılı İncesu’da yaşarım.

Burada doğdum, büyüdüm…

Üniversiteyi de yine yakın bir muhitte okudum. Cebeci’de…

Velhasıl, kendimi bildim bileli bu çevrede dolaştım durdum yıllarca.

Bir Allah’ın kulundan, ‘Çankaya Belediyesinden memnunum’ lafını duymadım.

Ben de memnun değilim.

Ancak bu defa şaşırttılar.

Meğer Çankaya Belediyesinde, grevlerin, işten atmaların ve sıfıra yakın hizmet anlayışının yanı sıra böyle güzel şeyler de olabiliyormuş.

Tabi aslan payı yine buradaki işçilerin. Merakla, heyecanla okuyorlar… Dahası, çöplerden kitap toplayıp, temizleyip, köy okullarındaki çocukların da okuyabilmesi için çalışıyorlar.

Helal olsun.

8 Aralık 2017 Cuma

Para, şekerden tatlıdır

Vaktiyle İngilizler, İran’a şeker satmak istemişti.
Ancak satamadılar… Talep yoktu.
Çünkü İran’da çaya tatlandırıcı olarak üzüm veya hurma katılırdı.
İngilizler de çareyi talep üretmekte buldu. Onlara göre insanları şeker tüketmeye ikna etmenin güçlü bir yolu vardı. İranlıları zayıf bir noktadan yakalamanın…
Hemen İranlı mollalarla irtibata geçtiler. Dediler ki, ‘‘Halkın şeker tüketmesi için fetva verin, kazancın %10’unu sizinle paylaşalım’’
Mollalar teklife bayıldı. Öyle ki, Cuma hutbesinde şu vaazı verdiler; ‘‘Siz Allah’ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Bundan böyle çaya şeker katacaksınız…’’
Halk anında reaksiyon verdi. Herkes çaya şeker atar oldu. İngilizler için işler bir anda yoluna girmişti. Talep oluşturabilmişlerdi.
Biraz kendilerine güvenerek, biraz da halkın şekere alıştığını düşünerek, mollalara söz verdikleri %10’luk pay konusunda kem küm etmeye başladılar. ‘‘İşlerimiz çok da iyi değil’’ gibi bahaneler ürettiler.
Para, şekerden de tatlıydı.
Mollalar baktı ki, İngilizler yan çiziyor… Yeni fetva verdiler…
‘‘Gâvur icadı şekeri, çaya katmak caiz değildir’’
İranlılar çılgın gibi evlerindeki şekerleri sokaklara döktü.
İngilizler, çareyi yeniden mollalarla masaya oturmakta buldu.
‘‘Tamam yeniden %10’luk payınızı verelim. Yeter ki şu fetvayı değiştirin’’
Ama düşmüşlerdi artık şark k
İngilizler kabul etti mecbur.
Ancak ortada bir sorun vardı. Son fetvada mollalar dedi ki, ‘‘Şeker gâvur işidir. Dökün sokağa!’’ Şimdi ne diyeceklerdi de insanlar yeniden evine şeker alacaktı? Ona da çözüm buldular.
Yeni fetva: “Biz size ‘çaya şeker katmayın’ dedik, ama ‘sokaklara dökün de’ demedik, şekeri sokağa dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur icadı şekere boy abdesti aldırarak içeceksiniz!”
Halk bu fetvaya da harfiyen uymuştur!
Kıtlama şekerin âlâmet-i farikası da buradan gelir.
Kıtlama mollanın, imanı da kıtlama olur. Kabahat ise cahilindir.
Cahili aldatmak, kandırmak kolaydır.
Burada cahilden kasıt ise, aklını başkasına emanet edendir.
Gerçek Müslüman; okur, araştırır, sorgular… İman ve samimiyet bunu gerektirir.
Aklınızı, başkalarına emanet etmeyin aa dostlar.
Aksi takdirde, çaya şeker dahi attırmazlar adama!
Haftaya görüşmek üzere.
urnazının eline. Mollalar uyanık. %20 pay istediler.

1 Aralık 2017 Cuma

3 Aralık Dünya Engelliler Günü

Önümüzdeki Pazar, Dünya Engelliler Günü…
Bir gün değil, her gün hatırlamalı onları.  
Günün maksadı da asla kısıtlanmamalı.
Ben şimdiden bir örnekle, söz konusu maksadı anlatabildiğim kadar anlatayım.
İsim isim, hikâye hikâye… Dibine kadar gerçek.
***
Osman Çakmak: Hayali futbolcu olmaktı. Şırnak’ta vatani görevini yaparken mayına bastı, sol bacağını dizinin altından kaybetti. Yine de hayalinden vazgeçmedi, futbolcu oldu. Tek ideali vatanına hizmet etmekti. Şimdi o, Avrupa Şampiyonu bir takımın kaptanı.
Feyyaz Gözaçık: Doğuştan tek bacağı olmamasına rağmen hayata sporla tutundu. Yüzme antrenörlüğü de yapıyor. Kayak ve basketbolda da çok başarılı.
Barış Telli: 4 yaşında sokakta futbol oynarken otomobilin altında kaldı. Bacağını kaybetti. Türkiye Ampute Futbol Süper Ligi'nin gol kralı oldu, milli takıma yükseldi. Sadece futbolda değil atletizmde de başarılar yakaladı. 100 metre, uzun atlama ve yüksek atlamada Türkiye şampiyonlukları elde etti.
Alican Kuruyamaç: Trafik kazası sonucu sağ ayağını kaybetti. Sıkı bir orta saha oyuncusu. Tam bir futbol tutkunu. O da ay yıldızlı formayı terletiyor.
Muhammet Yeğen: Bir bacağı kısa doğdu. TSK Engelliler Spor Kulübü’nün oyuncusu. O da bir şampiyon.
Rahmi Özcan: Sağ bacağı doğuştan engelli. Dile kolay, tam 12 kez ameliyat olmuş. En sonunda dizinden aşağısını kesmişler. Oda yeşil sahaların yıldızı.
Serkan Dereli: Doğuştan bir bacağı yok, ama golleri çok.
Fatih Şentürk: Motosiklet kazasında sol bacağını kaybetti. Şahinbey Belediyespor’un kazandırdığı yeteneklerden biri de o. Zımba gibi.
Fatih Karakuş: Çocukken yüksek gerilim hattına dokunmuş. Sol kolunu yitirmiş. Ampute Milli Futbol Takımının başarılı kalecisi.
Selim Karadağ: Bebekken yanlış bir iğne sonucu sol kolu gelişmemiş. Malatyalı, başarılı bir file bekçisi.
Kemal Güleş: 11 yaşındayken mahallede arkadaşlarıyla oynuyordu, bir inşaatta yıkım çalışması vardı. Kepçe aniden yuvasından fırladı, üstüne düştü. Sol bacağını dizüstünden kaybetti. O da TSK Engelliler Spor Kulübü’nün oyuncusu.
Ömer Güleryüz: Bebekken havale geçirdi, sol bacağı gelişmedi. Ama o da vazgeçmedi, pes etmedi.
Mehmet Yunsur: Çocukken tarlada ayağını saman makinesine kaptırdı. O da pes etmeyengillerden. Ömer ve diğerleri gibi o da bir şampiyon.
Uğur Özcan: Vatani görevini yapıyordu. Cudi’de mayına bastı. Sol bacağını dizinin altından kaybetti. Ay yıldızlılarımızın baş antrenörü.
***
Kiminin belası terör olmuş, kiminin iş kazası, kimi doğuştan…
Ama vazgeçmemişler.
Eve kapanmamışlar.
Tutkuyla hayata bağlanmışlar.
Herkes için umut olmuşlar.
Dört defa dünya üçüncülüğü, bir defa Avrupa ikinciliği,  nihayetinde de Avrupa Şampiyonluğu.
Dahası da olacak inşallah.
Ama çoktan başardılar.
 ‘Artık benden bir şey olmaz’ diyen engelliler adına dediler ki, ‘Bizden şampiyon olur’
Biz potansiyel engellilere dediler ki, ‘Biz buradayız. Her zaman ve her yerde. Arkada kaldığımızı sanmayın. Yanınızdayız’
Ders verdiler. Umut verdiler.
Ben de bir potansiyel engelli olarak diyorum ki; biz de buradayız, yanınızdayız, destekçiniziz ve azminize hayranız.
3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nü hep birlikte idrak edebilmek dileğiyle.
Haftaya görüşmek üzere.

24 Kasım 2017 Cuma

Bir Naim geçti bu ülkeden



Geçtiğimiz Cumartesi Naim Süleymanoğlu’nu kaybettik.
Geç de olsa, ilk fırsatım bugün de olsa yazmak istedim.
***
Naim’in anlamlarından biri, cennetin içinde bir bölüm demektir. Dar’un naim’den gelir.
Allah mekânını cennet eylesin.
***
23 Ocak 1967’de, Bulgaristan’da, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kırcaali’de doğar büyür. Bir maden işçisinin oğludur.
Daha 12’sinde keşfedilir. Çocuk parkında oyun oynarken… Güreşle başlar. Sonradan haltere geçer.
Boyu kısadır. Bu da halter için büyük avantaj demektir. Çünkü kolunuz ne kadar kısaysa, o kadar kolay kaldırırsınız.
Bu özelliğini annesinden aldığını söyler.
***
İnsanları asimile eden bir politika güdülür Bulgaristan’da. Zorunlu göçler, dışlamalar, Bulgarca konuşma zorunluluğu, isim değişiklikleri gibi.
Naim’in de adı değiştirilir. İlk kez dünya rekortmeni olduğunda, adı Naum Shalamanov olarak anons edilir. Dünyaları kaldıran adam, bunu kaldıramaz.
Sindiremez dayatmaları. Türkiye’ye gelmek ister. Vatanına.
86’da Avustralya’daki Dünya Şampiyonası’nda ipler kopar. Naim’le temas kurulmuştur zaten. 1 yıl şifreli görüşmeler yapılır. Bizzat Özal’ın talimatıyla Dışişleri ve MİT ortak bir operasyon yapar. Naim yuvasına getirilmiştir.
Naim’in getirilmesiyle, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin maruz kaldığı muamele tüm dünyanın gözleri önüne serilir. Hikâye nefistir. Bundan daha güzel bir başkaldırı ve PR olamazdı herhalde.
Hayatı nasıl film yapılmaz bugüne kadar anlayabilmiş değilim.
Muhammed Ali’den aşağı bir film olacağını da düşünmüyorum.


***
3 olimpiyat altın madalyası.
7 Dünya şampiyonluğu.
6 Avrupa şampiyonluğu.
46 dünya rekoru.
Daha 16’sında ağırlığının 3 katını kaldırmış bir sporcu.
Tek tek rekorlarını, madalyalarını anlatacak halim yok.
***
Sadece 96’da Atlanta’daki performansını izlemeniz yeterli olur.
Kendisine en çok yaklaşan rakibi Valerios Leonidis’le rekabeti inanılmazdır.
Spor tarihinin en önemli düellolarından biridir.
Hiç kuşkusuz halter sporunun da zirve yaptığı gün o gündür.
Çünkü Naim’e bir rakip çıkmıştır.
Naim’e yaklaşabilmiştir Leonidis ancak kazanan yine Naim olmuştur.
Sıkı dostlardır aynı zamanda.
Cenazesinde Naim’in tabutuna sarılır rakibi. Gözyaşları döker…
***
Leonidis, Naim'i uğurlarken.

Naim’in sporumuza en önemli katkısı, çocukları yönlendirmesiydi.
Çünkü bizim çocuklarımızın da başarabildiğinin göstergesiydi Naim.
Bugünle mukayese etmek çok yanlış olur.
Bırakın madalyayı, bayrağı bile göndere çekilmeyen bir ülkenin sporcusu o.
Velhasıl, sporcudan çok daha fazlası.
Bugün bir Portekizli çocuk için Ronaldo neyse, benim kuşağım için Galatasaray’ın UEFA kupasını kazanması neyse, bunun kat be kat üzerini tahayyül etmeye çalışın.
O kaldırdıkça, zihinlerdeki zincirler kırıldı gençlerde. Büyükler gözyaşı döktü sevinçten.
Meyvelerini topladık 2004’te.
Atina Olimpiyatlarında; Halil Mutlu, Nurcan Taylan, Taner Sağır gibi sporcular madalya üstüne madalya almışlarsa, Dünya ve Avrupa şampiyonlukları yaşamışlarsa, bunun kıvılcımı Naim’dir.
Bir sporcunun bundan daha ulvi bir işlevi, hizmeti olamaz.
Gerçi hoş biz onun da kıymetini bilemedik. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünde halter dersinden bıraktık Naim’i 1991’de.
Baya halter dersinden kaldı Naim. ‘Stili hatalı’ denildi. ‘Halteri eksik biliyor’ denildi. Hatta ‘Halteri bilmiyor’ denildi.
Oysa Naim’in stili; hızlıydı, özgündü. Koparmadaki ‘kılıç çekmek gibi’ diye tabir edilen hıza sahipti.
Avrupalı kıymetini bildi. Uluslararası Halter Federasyonu Yönetim Kuruluna aldı onu. Orada da katkı sağladı. Ancak burada federasyon başkanı olmak istedi. O dönem birilerinin adamı olmadığı için, yaptırmadılar. Seçilemedi.
Yanlış anlaşılmasın. Kıymet görmedi demiyorum. Gördü. Fakat çok daha fazlasını alabilirdik ondan... İzin verilmedi.
Naim’den yeterince faydalanamadık. Bir dönem dünyada bir numaraydık halterde. Tetikleyicisi de oydu. Şimdi baş aşağı gidiyoruz. Sebep aramaya gerek yoktur herhalde?
***
Velhasıl, bir Naim geçti bu ülkeden.
Allah rahmet eylesin.

17 Kasım 2017 Cuma

Asıl mesele öğretmen

Hayli zamandır eğitim sistemimize ilişkin tartışıyoruz.
Yenilikler, alınan kararlar, dönülen kararlar…
Çocuklar denek oldu. Hepsi perişan. Her kafadan da bir ses çıkıyor.
O kafalara bir ses daha ekleyen Schleicher röportajından bazı kesitler paylaşmak istiyorum bu hafta.
Haber Türk Gazetesi, PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) Direktörü Andreas Schleicher ile Türk eğitim sistemi üzerine bir röportaj yapmış. Bir de bu açıdan bakalım derim. Sağlıklı bir özeleştiri olur.
PISA üç yılda bir sınav uygular dünyanın dört bir yanında.
15 yaşındaki çocukları değerlendirirler.
Matematik sorarlar, fen sorarlar vs.
Ülke olarak bu sınava 2003’ten beri katılıyoruz.
Son sınav ise 2015’te yapıldı. 72 ülke arasında 50. olduk. Bilim ve matematikte sondan ikinciyiz.
Şimdi gelelim Scleicher’in değerlendirmelerine... Bakın ne buyurmuş…
-    Başarılı eğitimin anahtarı olarak, ‘‘Her çocuğun öğrenebileceğine güvenmeli’’ diyor.
-    ‘‘En iyi sistem, her öğrencisini başarıya götürebilendir’’ diyor.
Kabul edersiniz ki, ikinciyi sağlamak çok zor. Ancak genel bir başarıdan söz edebilmek için şu teşhisi koymuş Scleicher, ‘‘ Eğitimin genel başarısı öğretmenin başarısından fazla olamaz. Yani öğretmen ne kadar iyiyse, sistem de o kadar iyi olur. Önemli olan, en yetenekli kişileri öğretmen olmaya çekmek. Öğretmenlik prestijli olmalı… En yetenekli öğretmenleri de en zor koşullardaki okullara vermeli. Çin bunu çok iyi başarıyor. Dezavantajlı kesimden geliyorsanız, hayatınızda tek bir şans var: İyi eğitim almak. Temel mesele, en muhtaç olanın en iyi eğitimi alması.’’
Baktığınızda atla deve değil. Herkesin düşünebileceği, son derece basit, temel tespitler gibi gelebilir. Ama hayır. Bunu bile düşünüp uygulamaktan aciziz. Bırakın uygulamayı, son 1 aydır tartışıyoruz bu eğitim meselesini, kaç bürokrat ya da siyasi ya da eğitimci çıkıp dedi ki, ‘‘İşin anahtarı sistem, sınav değil öğretmen kalitesidir.’’ Oturup bunu düşünmek lazım.
BAŞKA NELER DİYOR SCHLEİCHER
‘‘Artık okuryazarlık bilgiyi bulmak değil, inşa etmek’’ diyor.
‘‘Türkiye’de çok matematik öğretiyorsunuz ama geleceği şekillendirecek olan matematikle alakanız yok’’ diyor.
‘‘Öğrenciler matematikten korkuyor, çünkü temeli yok. Her gün formül dayatırsanız öğrenciler matematiğin ne olduğunu anlamaz zaten. Tek yol matematiğin derin anlamını öğretmek’’ diyor.
‘‘Devamlılık ve tutarlılık önemli, öğretmene ve öğrenciye her gün yeni bir şey anlatırsanız, bir gün hiçbir şeye inanmaz hale gelirler’’ diyor.
‘‘Ezberde iyisiniz ama elinizdeki bilgiyi uygulamakta zayıfsınız’’ diyor. PISA skorlarında geriye düşmemizi de buna bağlıyor. Çünkü artık dünya ezberden uzaklaşıyor, doğrudan uygulamaya ve üretkenliğe kayıyor. Kısacası yeni dünya düzenine ayak uyduramıyoruz.
‘‘Geleceğin öğretmeni daha az eğitmen, daha çok akıl hocası olacak’’ diyor.

YENİ SINAV SİSTEMİ

TEOG’un yerine gelen yeni sistem hakkında da düşüncelerini paylaşıyor.
‘‘Mahalle okulu sistemi prensipte çok iyi işleyebilir’’ diyor. Ancak şunu da ekliyor: Bu sistemi getiriyorsanız, en iyi öğretmenlerinizi en dezavantajlı okullara göndermeniz şart. Aksi takdirde makas açılır. Eşitsizlik daha da büyür.
Zaten biz de bundan korkmuyor muyuz? Emlak piyasası şimdiden kaliteli okul mesafesine göre şekil almaya başladı.
En sevdiğim tespitlerinden biri de şu oldu: Seçmek iyi bir yöntem değil.
Malumuz, 3 yıllık müfredat, 60 soru ve süre 90 dakika…
Bütün meseleyi bundan ibaret görüyoruz.
Bir ekliyoruz, bir çıkarıyoruz.
Sınavla, öğrenciyi seçmekle falan uğraşmayın arkadaş. ‘‘Gelişime odaklanın’’ diyor.
Derdimiz şu olmalı: Öğrenci nasıl daha iyi öğrenir? Öğretmen nasıl daha iyi öğretir?
Açık uçlu soru meselesine de değiniyor. Çocukların kendi cevabını oluşturması iyi hoş da… ‘‘Çok net bir notlama yönergeniz olmalı…’’ diye de ekliyor. Çünkü nasıl yapılacağı şüpheli. Kafalar karışık, durum suistimale çok açık… Gerçi onun da çözümü var. PISA, cevap kâğıtlarını 4 ayrı kişiye okutuyor. Örnek alınabilir.

SON AŞAMA TAVSİYE

Hükümete diyor ki, ‘‘Öğretmenlere daha fazla fırsat verin. Kendilerini geliştirmelerini sağlayın. Öğretmenliği hem finansal açıdan hem de entelektüel açıdan çekici kılın’’
Öğretmene diyor ki, ‘‘İyi öğretmen araştırmacıdır. Sadece ders kitabında yazanı öğretmez. Yeni eğitim teknikleri geliştirin, sürekli öğrenin’’
Ebeveynlere diyor ki, ‘‘Çocuklarınıza özgüven aşılayın. Öğretmenlerini destekleyin’’
Öğrenciye diyor ki, ‘‘Yeni fikirlerden ve hata yapmaktan korkmayın. Sınavlara değil hayata kafa yorun’’
Bana düşen pay da, eğitimin geleceğinin kodlarda ya da yazılımlarda değil toplumsal değerlerde saklı olduğunu söylemesi oldu.
Velhasılı; sınavlar, yasaklar, sistemler, değişiklikler olmamalı bizim meselemiz.
Onun yerine, ‘Nasıl daha kaliteli öğretmenlere sahip oluruz?’ Sorusunu sormalı.

10 Kasım 2017 Cuma

Sarı saçı, mavi gözüyle Mustafa Kemal

Bugün 10 Kasım.
Tam 79 yıl evvel, Cumhuriyetin babası Mustafa Kemal Atatürk, ebedi âleme intikal etti.
Giderken de, milletiyle omuz omuza verip oluşturduğu kocaman bir miras bıraktı hepimize.
Bu mirasa ne kadar sahip çıkıldığı ya da doğru anlaşıldığı ise tartışılır…
Malum, devletimizi kuran bu eşsiz adama ve annesine hakaret edenlerin sessiz sedasız salıverildiği günlerdeyiz…
Bugünkü meramım; siyasi amaçlarla manipüle edilen, geçmiş üzerinden daha da büyütülen ‘husumetçiliğe’ tuz biber olmak değildir.
Hiçbir zaman da olmadı ya, neyse.
***
Mustafa Kemal’in mirasının da dışında, sadece kendisiyle ilgili ufak tefek bazı şeyler paylaşmak istiyorum sadece.
Etten kemikten bir kahraman, peki ne kadar tanıyoruz onu?
1.74 boyunda bir adam. Siroza yakalanana dek 76 kilo. 43 numara siyah rugan ayakkabılar…
Atatürk soyadını beğenerek kabul eder fakat, ‘Ata’ ifadesini ve kendisine ‘Atam’ denilmesini katiyen sevmez.
En sevdiği yemek kuru fasulye ve pilavdır. Askeri okuldan kalma bir lezzettir onun için. Öyle pek yemekle arası da yoktur zaten.
***
Cumhurbaşkanlığını hep sıkıcı bulur. Köşkten ve protokolden sık sık kaçar.
Çaktırmadan halkın arasında karışırmış. Koruma ekibine her yakalanışında da, ‘Eyvah, yine geldi benim Azrailler’ dermiş.
Bir defasında yolda mahsur kalmış hatta.
Çankaya’da bir gece vakti çıkmış köşkten usulca, şoförünü almış sadece yanına…
‘Hadi çocuk, Konya’ya gidelim. Bakalım orada durum nedir?’
Mevsim kış, vakit gece… Araba saplanır kara, çamura… Mahsur kalırlar. Köylüye ulaşır, yardım alırlar…
***
En büyük hayalini biliyor musunuz? Dünya turuna çıkmak…

Ömrü vefa etseydi, Türk dili ve tarihine ilişkin çalışmalarını genişletmek maksadıyla dünya turu yapacaktı.
3-4 bin civarında kitap okuduğu tahmin edilir. Ama bir tanesi vardır ki, cephede bile yanından ayırmaz, sürekli cebinde taşır. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’dur o kitap… Her gün rastgele bir sayfasını açar okurmuş…
Bir de küçük mercekli Kuran’ı vardır. Onu da göğsündeki cebinde taşırmış her daim.
Bir gün trene biner. Biletçinin milletvekillerinden para almadığını görür, sebebini sorar. Vekillerin trene bedava bindiği söylenince, o da söylenir, ‘Ne güzel halkçılık ama!’
***
 Savaş meydanlarında gözünü kırpmaz ama onun dışında kan görmeye de dayanamaz. Hemen tutarmış…
Dans sever, türküye bayılır… Bazen eşlik eder bazen dinler…
Güreş tutkunu, binicilik ve atıcılık da çok başarılı, yüzmeyi de pek severmiş…
Kıyafetlerini hep kendi tasarlar…
Matematik ustasıdır. Hatta bir de geometri kitabı yazar. Geometrik terimleri Fransızcadan dilimize çevirir, çoğunu hâlâ kullanıyoruz.
Düzgün ve özenli bir Türkçesi vardır. Askerlik döneminde ise yazılı dilde ağdalı bir Osmanlıcaya şahit oluruz.
Askeri eğitiminde öğrendiği Fransızcasını ise yıllar içinde hayli geliştirmiştir. Akıcı ve zengin bir kelime hazinesiyle konuşur. Biraz da Almanca bilir.
***
Rumeli şivesi de vardır inceden. Selaniklidir nihayetinde.
Bazı kelimeleri telaffuz ederken, çıkıverir ağzından…
‘Çocuk’ ifadesini sık kullanması da bundandır.
Günlerden bir gün genç ziraat mühendislerini çağırır çiftliğe (AOÇ),
‘Anlatın bakalım bu iş tutar mı?’ diyerek rapor ister.
Gençler çekine çekine, ‘Burada bir şey yetiştirilmez Paşam’ der.
Çiftlik konusundaki ısrarında yanıldığını fark eder paşa.
Kendi kendine söylenmeye başlar, ‘‘Çiftçilik senin nene Mustafa, baban da mı çiftçiydi!’’
Sesi de toktur. Merak eden, rahatlıkla orijinal sesini bulup dinleyebilir internetten. Meclis konuşmaları mevcuttur.
***
Daha fazlasını öğrenmek isteyene de tavsiyemdir: Apır sapır konuşan gafiller yerine, sağlıkla kaynakları okusunlar.
Hoş, Mustafa Kemal’in üstüne yalan, iftira yürümez…
Onun büyüklüğü gün gibi ortadadır.
Ve yıllar geçtikçe büyümeye devam ediyor.
Sen, nur içinde yat Paşam…

3 Kasım 2017 Cuma

Eyy Altınordu, bize seni gerek seni!

Epeydir yazayım diyordum, bir türlü fırsat olmadı.
Belki de yaptıkları işleri hayran hayran seyretmekten, kendimi alamadığım içindir.
Altınordu’dan bahsediyorum. İzmir’de bir futbol kulübü.
Hayranım yaptıkları işe.
Türk sporunun durumu malum. Hele futboldaki durumumuz içler acısı.
Sorunlar say say bitmez:
-    Futbolcu yetişmiyor
-    Kulüpler batmış
-    TFF’nin hali ortada
-    Milli Takım rezalet
-    Taraftarlık, tribünde de medyada da çığrından çıkmış vs.

Şu ortamda maç kazansan ne olur? Şampiyon olsan ne olur?
Meselenin özünü kaçırıyoruz! Spor her ne kadar eğlencelik bir faaliyette olsa, kocaman bir ekonomisi olsa da nihayetinde bir oyun, spor…
Tüm bu problemler arasında bir kulüp çıkıyor ve ‘‘İyi birey, iyi vatandaş, iyi futbolcu’’ söylemiyle ‘BEN BU İŞİ YAPARIM’ diyor.
Mevzuyu özünden yakalamışlar: İnsan yetiştiriyorlar
Keşke her ilden bir Altınordu çıksa… ‘‘BEN BU İŞİ YAPARIM’’ dese…
Hazır önlerinde örnek de var. Altınordu’nun nasıl yaptığına baksınlar yeter. Motivasyonları ortak olsun yeter.
Kulüp Başkanı Seyit Mehmet Özkan…
2012’de kulübü şirketleştirmiş.
Toplamış gencecik, pırıl pırıl çocukları…
Onlara iyi eğitim vermeye odaklamış kulübü.
Öyle fedakârlık gibi bir durum söz konusu değil. Kârlı bir iş bu.
Yeter ki kulübünüzü iyi öğretmenlere, iyi antrenörlerle donatın.
Şimdiden milli takımlara, üçü A milli olmak üzere 35 futbolcu gönderiyorlar.
5 yılda kat ettikleri mesafe, şahane!
Altyapıdan yetiştirdikleri oyunculardan bazıları şimdiden yol almaya başladı bile.
Altınordu’dan Başakşehir’e transfer olan Cengiz Ünder, bu yaz Roma’nın yolunu tuttu.
Transfer bedeli ise tam 15 milyon Euro! Bugüne kadar bir Türk futbolcusu için ödenen en yüksek bonservis bedeli.
Yine altyapının ilk meyvelerinden Çağlar Söyüncü de bu yaz Freiburg’a transfer oldu. Avrupa’ya en son ne zaman bir savunmacı ihraç ettiğimizi inanın hatırlamıyorum bile.
Peki, Altınordu bunu nasıl yapıyor arkadaş?
Çünkü tek dertleri para ya da puan kazanmak değil.
Altınordu’nun derdi; ‘iyi birey, iyi vatandaş, iyi futbolcu’ yetiştirmek.
Altyapıdan yetişen çocukların verdiği röportajlar bile, Uluslararası platformda oynayan ‘abi’lerine ders verir nitelikte.
Hem futbol, hem ‘adam’lık dersi.
Nagelsmann’ın sahayı 16’ya bölme kuralından girip, paylaşımın ve üretimin, bilginin öneminden çıkıyorlar….
Bu çocuklara sadece futbol öğretilmiyor.
Aynı zamanda İngilizce öğretiliyor.
Satranç öğretiliyor.
Dünya klasikleri okutuluyor.
Saha dışında iyi birey olmanın en az saha içi kadar önemli olduğu öğretiliyor.
Üretimin önemini kavrasınlar diye, bu çocuklara tarlada domates toplatılıyor.
Diyetisyenler ve psikologlar çocuklarla özel olarak ilgileniyor. Bilhassa öfke kontrolü hususunda.
Süleyman Seba’nın, ‘İyi insan olmadan, iyi Beşiktaşlı olunmaz’ sözü, bu çocukların zihnine mıh gibi işleniyor.
Son yıllarda mevcut ortamdan fena halde sıkılmış, giderek uzaklaşan bir futbolsever olarak tek umudum Altınorduların çoğalmasıdır. Başkan Özkan ve beraberindeki tüm çalışma arkadaşları, yetiştirdikleri gençler, bu oyuna dair yegâne umudum.
Zira, ulvi bir amaç ve motivasyonla ilerliyorlar bu yolda.
Şu an tüm kulüplerden daha heybetli duruyorlar gözümde.
Umarım bu meyve veren ağaç taşlanmaz, yağmalanmaz…
İnşallah Altınordu, biz futbolseverler için romantik bir hikâyeye dönüşmez ve diğer kulüplerimiz de bu vizyonu örnek alırlar diye umuyorum.
Bize daha fazla Altınordular gerek.
Hem de her şehrimize, her ilçemize…

27 Ekim 2017 Cuma

Ayla, bugün vizyonda

25 Temmuz 1950…
Bakanlar Kurulu, Kore’de akan kanı durdurmak için 5 bin Mehmetçik göndermeye karar verdi.
Akan kana engel olmak, işin insani yönüydü.
Amaç daha ziyade politikti… Dert, üzerimizdeki Sovyet baskısını kırmaktı. Dönemin tek başına iktidarı Demokrat Parti ise, çareyi Batı’da bulmuştu. Mehmetçik’i, NATO’ya girebilmek amacıyla uzak diyarlara yollamıştık…
Neticeyi de almıştık. 1952’de NATO’ya üye olduk.
Yıllar geçti, Batı’ya yönelişin ceremesini hâlâ çekiyoruz.
Ancak, politik amaç ve sonuçları bir tarafa bırakarak, yeniden işin insani boyutuna dönmek istiyorum.
Kore Savaşı 53’te Panmunkom Ateşkesi ile son buldu. Fakat, bu süreçte 3 milyon insan hayatını kaybetti.
Mehmetçik ise, 13 muharebeye katıldı ve 724’ü şahadete erdi.
Gidenler de kalanlar da, ardında pek çok hikâye bıraktı.
Bu hikâyelerden biri, bugün vizyona giriyor.

SAF VE GERÇEK BİR HİKÂYE

5 yaşındaki Koreli bir kız çocuğu ile Süleyman Astsubay’ın hikâyesi…
Süleyman Dilbirliği, 25’inde bir astsubay.
Kore’de bir ormanda, iki askeriyle keşfe çıkar.
Gece vakti, ormanda küçük bir kız görür.
Çocuk, yere oturmuş ağlar… Üst baş perişan, soğukta tir tir titriyor. Öylece, bir başına… Donmak üzeredir.
Süleyman Astsubay hemen alır, küçük kızı kışlaya götürür. Saçlarını yıkar, temizler, karnını doyurur, uykuya yatırır. Onun için şehre iner, kıyafet ve ayakkabı alır.
Kızın adı, Kim Eunja’dır. 5 yaşlarında hem öksüz hem yetimdir.
Bizimkiler kızın adını bir türlü telaffuz edemezler. Bembeyaz, yuvarlak yüzüne yakışır bir isim verirler ona. Ayla…
Tez zamanda, birliğin maskotu olur minik Ayla.
Mehmetçikleri sever, Mehmetçikler de Ayla’yı.
Zamanla Türkçe de öğrenir ufaktan. Korelilerle Türkler arasında çeviri yapar hale gelir. Süleyman Astsubay’ı da babası bilir.
Ancak 1 yılın sonunda Süleyman Astsubay’ın eve dönüş vakti gelir.
Süleyman Astsubay, Ayla’yı da alıp Türkiye’ye dönmek ister. Kore yasaları ise buna izin vermez. Süleyman Astsubay tek başına döner evine.
Gözyaşlarıyla ayrılırlar birbirlerinden…
Minik kız savaş mağdurları için Suwan kentinde açtığımız bir Ankara Okulu’na yerleştirilir. Okula kayıt yaptırırken de Kim yerine Ayla adıyla kayıt yaptırır. Israrcıdır.
‘Ben Türk kızıyım’ der. ‘Babam Süleyman’ der. Onun fotoğrafını saklar.
Süleyman Astsubay ise, yıllarca unutamaz Ayla’yı her gece rüyalarına girer. Elinden kalan tek şey bir fotoğraftır…

Resim yazısı ekle

YIL 2010… SAVAŞIN 60. YILDÖNÜMÜ

Süleyman Astsubay, Kore Savaşı’nın 60. Yılı anısına Güney Kore Başkonsolosluğunca düzenlenen bir resepsiyona katılır.
Tüm gaziler, savaş anılarını anlatırken Süleyman Astsubay uzun uzun Ayla’yı anlatır.
Koreli yetkililer meraklanır, Ayla’nın fotoğrafını görmek ister. Ve bu fotoğraf üzerinden Ayla’yı bulurlar. Ona da Süleyman Astsubay’ın fotoğrafını gösterirler. ‘Babamdan ayırdılar beni’ der.
Bir anaokulunda temizlik işçiliği yaparak hayatını idam ettiren Ayla, babasını görmek ister. Baba da kızını…
Ancak birbirlerini görmeleri o kadar kolay olmayacaktır…
Hikâyenin devamını beyaz perdeden izlemek için aylardır bekliyordum.
Nihayet, Süleyman Dilbirliği ve Ayla’nın hikâyesi bugün beyaz perdeye taşınıyor.
Belli, çok başarılı bir prodüksiyon.
Filmin yapımı 3,5 yıl sürmüş.
Yönetmenliğini Can Ulkay’ın yaptığı filmin kadrosu ise taş gibi!
Başrollerde, İsmail Hacıoğlu, Çetin Tekindor, Kim Seol, Ali Atay, Taner Birsel ve Murat Yıldırım var.
Oscar Ödülleri için de ‘’Yabancı Dilde En İyi Film’’ dalında aday gösterildi.
Şiddetle tavsiye ediyorum. İzleyiniz…


20 Ekim 2017 Cuma

Tamamen duygusal $

Barzani’nin birilerine güvenerek yaptığı hatalı çıkış malumunuz.
‘Kerkük’ dedi, ‘bağımsızlık’ dedi, ‘referandum’ dedi.
Dedi de dedi.
Şimdi tek tek yutturuyor İran.
Pardon dilim sürçtü, Irak Hükümeti diyecektim.
Ama bu mevzu yeni değil. Barzani 30 senedir söylüyor bu türküyü.
Derdi de milli duygular falan değil. Derdi, petrol kuyuları, güç… Kısacası para.
İyi de neden bugün yüksek perdeden çığırmaya başladı?
İsrail ya da Amerika bugün arkasına geçmedi ki! Yıllardır Barzani aşiretini nasıl desteklediklerini biliyoruz. Ne oldu da bugün ayaklandılar? Nereden alırlar bu cüreti? Tek ayaklanan Barzani mi?
Biraz öznellikten kurtulup, olaya tepeden bakmak lazım.
Şu an dünyada ‘referandum’, ‘bağımsızlık’ gibi kavramları kullanan yalnızca IKBY değil.
Öyle olmadığı gibi, kafasını kaldırdığı anda sopayı yiyen ya da geri adım atan da bir tek IKBY değil.
Bakınız: Katalanlar, İskoçlar, Venedikliler, Bavyeralılar, hatta Çingeneler…

PARA BENİM, DERTLER SENİN OLSUN

Mesela Katalanlar, şiddet ve tehdit dolu bir referandum süreci yaşadı.
Dertleri; bağımsızlık, özgürlük değil. Tamamen duygusal $
Kendi özerk bölgelerinde, kendi dillerini konuşarak gül gibi yaşıyorlar zaten. Tek dertleri var: Turizm sayesinde kazandıkları parayı İspanya Hükümeti’yle paylaşmak istemiyorlar. ‘İspanya’nın varoş bölgelerini sırtımızda taşımak zorunda değiliz’ diyorlar.
Bir bakıma haklılar da. Meseleyi ‘özgürlük’ ve ‘bağımsızlık’ üzerinden pazarlamak konusunda da pek mahirler.
Ancak Avrupa’da kimsenin referandumu tanımayacağını, İspanya Hükümeti’nden yana tavır alındığını görünce referandumu ‘askıya aldılar’.
Çünkü ‘bağımsızlık’ karın doyurmayacaktı.
Pirince giderken bulgurdan olma riski vardı.
Derdi özgürlük ve milli değerler olan bunu yapmaz.
Mesele tamamen duygusal $
Bir diğer ayrılıkçı da İskoçlar.
Milliyetçi bildiğimiz, William Wallace ve özgürlük hikâyeleriyle tanıdığımız İskoçlar.
İngiltere’den ayrılmak istediklerini bilmeyen yoktur. Asırlardır her türlü eziyeti çektiler. Hakları var.
Ama onları da ayrılığa sürükleyen milli duygular değil.
Geçtiğimiz yıl referandum da yaptılar. Birleşik Krallık’tan ayrılalım mı ayrılmayalım mı? Diye.
Sonuç: %55 hayır çıktı.
Çünkü Birleşik Krallık bünyesinde oldukları sürece, AB ülkesi statülerini koruyacaklar ve eve ekmek girmeye devam edecek. Kim takar milli duyguları, bağımsızlığı.
Ama ne zaman ki brexit yapıldı ve İngilizler AB’den ayrılma kararı aldı. İskoçlar isyan bayrağını çekti geçen hafta. Milli duyguları kabardı. Zira, AB olmadıktan sonra İngilizlerin çatısı altında neden yaşasınlar.
Velhasılı; öküz öldü, ortaklık bozuldu.
Şimdi yeniden referanduma gideceklerini açıkladılar. Muhtemelen bu sefer evet çıkacak. Çünkü onların da derdi tamamen duygusal $ Ama brexit işi yatarsa o başka tabi. O zaman İskoçlar da bağımsızlığı ‘askıya alabilir’
Bir girişim de Macaristan’da var: Çingeneler
Macaristan Romanları Demokrat Partisi de bu hafta, 4 ilde özerk yönetim oluşturulması için referanduma gideceklerini duyurdu.
Onların tam olarak neyin peşinde olduğundan bile emin değilim.
Kendilerinin de emin olduğunu sanmıyorum.
Zira onlar kadar hayatı basit ve değişken gören yok.
Bunlar teşebbüste bulunanlar. Bir de henüz eyleme geçmeyen ama referandumu düşünenler var…
Belçika’da Flamanlar, Fransa’da Korsikalılar, İtalya’da Padanya ve Tirol, Almanya’da Bavyeralılar, ABD’de ise Texas.
Ekseriyet, ‘Kazandığını kendine harcama’ refleksiyle özerklik ya da bağımsızlık istiyor. Söz konusu bölgelerin bulunduğu ülkeler arasında üniter olan da var. Federal olan da. Ekonomik olarak güçlü olan da var, zayıf olan da.
Ancak bir düşmeyegörsün bu devletler. Anında milli duygular kabarıveriyor paranın kokusunu alanlar için.
Aynı durum AB için de geçerli.
Aşırı sağcılar bir bir kopmak istiyor AB’den.
‘Bu ortaklıktan biz kazanmıyoruz, ekmeğimizin peşindeyiz’ diyorlar özetle.
Büyük ağabeylerse bu zincirin kırılmaması için uğraşıyor.
Peki nasıl oldu da işler bu noktaya geldi?

DEĞİŞEN ŞEY NE?

40 yıldır insanları tek tipleştiren neoliberalizm, ‘evin küçük kardeşlerinin’ birbiriyle anlaşmazlığa düşmesine engel olamıyor.
Sınıf, din, ırk, dil ve tüm aidiyetlerin, kimliklerin üzerinde bir ‘yeni insan’ modeli oluşturmak konusunda ne kadar uğraşılsa uğraşılsın, ‘yeni insan’ geçmişten bir türlü kopamadı. Aksine doğasının gereğine, özüne biraz daha dönmeye başladı.
Bir arada yaşamak için gerekli yetilerini kaybetmeye, bencilleşmeye, ötekileştirmeye başladı.
Çünkü ulus devlet bariyerini yıkan neoliberaller için büyük pazar, o kadar büyük para demekti. Kazandılar da kazandılar. Ancak para büyüdükçe, tüm tekelleşmelere rağmen kimlik siyaseti yeniden patlak vermeye başladı.
Para; varlığıyla da bölüyor, yokluğuyla da.
Sebebi ise milliyetçilik gibi görünse de bu defa durum farklı. Bence milli duygularla alakası yok. Herkes pastadan daha büyük pay almak için isyan bayrağını açıverir oldu.
Kısacası, kavimler de yönetimler de tamamen duygu$al hareket ediyor.

29 Eylül 2017 Cuma

AfD mi? Bir bu eksikti!

Almanya sonunda seçimini yaptı. Sandıktan yine Merkel galip çıktı ancak bu defa manşetler biraz farklı. Zira tablo, önceki 3 döneme benzemiyor.
Alman basını seçim sonuçlarını, ‘Acı Zafer’ ya da ‘Tarihi Kayıp’ gibi manşetlerle gördü.
Merkel’in başına olduğu Hristiyan Demokrat Birliği %8,5’luk oy kaybıyla da olsa 4. kez sandıktan birinci çıktı. %32,9 oy alan Merkel yine şansölye olacak.
Sosyal Demokratlar yine 2. sırada ise %5,2’lik oy kaybıyla, %20,5’te kaldı.
Peki Almanya’nın en büyük iki partisinin kaybettiği oylar nereye gitti?
Büyük ölçüde AfD kaptı bu oyları. Yani neo-naziler de diyebiliriz. Hitler’den bu yana ilk kez Bundestag’da (Alman Meclisi’nde) sandalye kazandılar… %12,6’lık oy oranıyla (94 sandalye) 3. parti olarak Meclis’te yerlerini aldılar.

AÇILIMI: ALMANYA İÇİN ALTERNATİF

2005’te kurulan aşırı sağcı Alman partisi Afd, neo-nazi söylemleriyle dikkat çekiyor. Malumunuz dünya sağa çekiyor. Bütün ülkeler, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, aşırı sağcı-popülist bir yaklaşımın rüzgârına kapılmış vaziyette.
Bu rüzgâr Merkel’i de salladı ama yıkamadı.
Şu anda Almanya nasıl koalisyon kurulacağından ziyade, AfD nasıl bu kadar oy alabildi onu tartışıyor. Dünya ve piyasalar da bu gelişmeyi tedirginlikle seyrediyor.
Biz iki konuyu da birlikte ele alalım.
Her zamanki gibi Almanya’da koalisyon kurulacak.
Buradaki koalisyondan kötü bir şey anlamayın. 49’dan beri ülkeyi koalisyonla yönetiyorlar zaten. Ancak bu defa işleri o kadar kolay olmayacak gibi.
2. parti Sosyal Demokratlar, Merkel’in koalisyon için çalacağı ilk kapıydı. Ancak bu defa cevap farklı oldu. ‘‘Biz kurulacak hükümette yer almak istemiyoruz. Bugüne kadar bu yüzden kaybettik’’ diyerek koalisyon kapısını kapattı Schulz.
Merkel’in şimdi tek seçeneği var: Jamaika Koalisyonu
Kendi partisi Hristiyan Birliği %32,9
Ve iki ortak:
Hür Demokratlar (4. Parti) %10,7
Yeşiller (5. Parti) %8,9
386 sandalyeyle böyle bir üçlü koalisyon kurulması en güçlü ihtimal gibi görünüyor. Merkel, Aralık ayı ortasına kadar bu işi bitirmek istiyor.

AfD? TABİ Kİ HESABA KATILMIYOR

Merkel, kendisini vatan hainliğiyle suçlayan AfD ile aynı masaya oturmaz. İnşallah mecbur kalmaz.
Neo-naziler, koalisyona alınmayacak orası aşikâr da…
Nasıl oldu da bu kadar oy aldılar? Koalisyon kurulup kurulamamasından ziyade asıl tehlike bu adamlar. Bu adamların büyümesi.
Merkel her ne kadar, AfD’nin Almanya için sorun olmayacağını, kimsenin tedirgin olmaması gerektiğini söylese de neo-nazilere akan oyu engelleyemedi. Sadece o değil Sosyal Demokratlar da öyle.
Cevabı basit aslında. Alman vatandaşları bu iki büyük partiden bıktı ve seçimde onları cezalandırdı. Sağlam bir ders oldu. Acaba ortaya çıkan sonuçtan kendileri de ürkmüş müdür? Merak ediyorum. Gerçi AfD’nin aldığı oyları protesto etmek için baya sokaklara dökülenler var. Ürktüler desek de yeridir.

NEDEN BIKTIKLARINA GELİNCE

Hayat giderek pahalanırken ve maaşlar buna mukabil artmazken, sığınmacılara yapılan harcamalar seçmenin gözüne battı.
İşte tam bu noktada AfD devreye girdi. İki büyük partinin çözüm üretemediği, krizi yanlış yönettiği noktada AfD, ‘Polisimiz, sınırlarımızdan içeri gireni vursun’ çıkışıyla rüzgârı arkasına aldı.
Avrupalı giderek korkmaya ve hırçınlaşmaya devam ediyor. Zincirin son halkası Almanya oldu.
Hemen hemen hepsinin gerekçesi de ortak:
Sığınmacı sorunu, İslamofobi ve ekonomik sıkıntılar vs.
Kimi Almanlar da pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi AB çatısı altında yaşamanın kendi değerlerini gölgelediğini düşünüyor.
Daha da ayrıntılı bir izah için 17 Mart 2017 tarihli yazımı da bir köşeye sıkıştırmış olayım. http://www.gazetehabervaktim.com/avrupa-saga-cekiyor-2077yy.htm
İşte tüm bunlar içe dönme, özüne dönme arzusu oluşturuyor. ‘Yerli ve Milli’ bir söylem içine giren bu süreçte kazanıyor. Bunu geç de olsa gören Merkel, biraz bizimle de dalaşarak telafi içine girdi ama yeterli olmadı.
Tüm bu dalaşlar, bugün politik birer menfaat amacıyla yapılsa da toplumun tabanına yayıldığı anda (ki bence yayıldı) daha büyük bir tehlike oluşturur. AfD’nin bu seçimlerde aradan sıyrılması bu tehlikenin sadece başlangıcı.
Artık tüm dünyanın aşırı sağcı-popülist söylem karşısında mesajı alması şart. Bu noktada yapılması gereken; çözüm odaklı, kimlik kavgasından uzak politikalar yürütmek olsa gerek.
Nefret daha fazla nefreti doğuruyor.
Bunun sonu malum…
Herkes kaybeder. İnşallah Almanlar da durumdan yeterince ürkmüştür. Ürkmeliler…

22 Eylül 2017 Cuma

Hâlâ Tito'nun ekmeğini yiyorlar

Geçtiğimiz hafta Eurobasket heyecanı sona erdi. 12 Dev Adam turnuva boyunca bizi gururlandırırken, İstanbul da muhteşem bir finalin ve hikâyenin ev sahipliğini yaptı.
Gerek takımımız, gerekse Yugoslav ekolü şampiyonaya damga vurdu.
Bu arada basketbol seyircisinin de hakkını teslim edelim. Kadir kıymet biliyorlar.

12 DEV ADAM’DAN BAŞLAYALIM

Tepeden tırnağa hoş bir yönetim örneğine şahit olduk. Başta Hidayet Türkoğlu olmak üzere eski kadro yönetimde yerini aldı. Sürekli, ‘Türk basketbolunu nasıl daha iyi yerlere taşıyabiliriz?’ sorusu ve motivasyonuyla her çevreden fikir alan, genç, dinamik, oyunu ve organizasyonu bilen tanıyan bir yönetim anlayışı var. Bu anlayışın sahaya yansımasını görmek mümkün. Bu arada, organizasyon da gayet iyiydi. Misafir ülkeler İstanbul’dan memnun ayrıldı. Keşke futbolumuz da biraz bu anlayıştan nasiplense! Neyse sinir bozmayalım şimdi futbolla, biz baskete dönelim.
Önümüzdeki 10 – 15 yıla damga vurması beklenen pırıl pırıl bir oyuncu grubu var elimizde. NBA’deki gururumuz Cedi ve Furkan’ın başını çektiği bu kuşak, her maç sahadaki mücadelesiyle parmak ısırttı. Bas bas bağırdılar her maçta, ‘Biz boşuna buralara gelmedik’ dercesine.
Türk basketbolunun böyle gençler yetiştirebilmesi başlı başına gurur kaynağı. Ancak yetinmemeli daha fazlasını talep etmeli. Sadece sağlam mücadele değil sağlam oyun da gerek. Takımda teknik kapasite, hız, istek, iyi savunma… Ne ararsan var. Ancak tecrübe eksikliği de var. Maçın kırılma anlarında, olmaz hatalara kurban gidiyoruz. Son toplar el yakıyor.
Zamanla, takım tecrübe kazandıkça eksikler de kaybolacaktır yavaştan.
Öncelikle, oyun kurucu eksiğimiz var. Semih’in de alternatifini bulabilmiş değiliz.
Ancak Ufuk Sarıca’nın yönetiminde çok doğru yolda giden, umut veren bir takımımız var. Lütfen bu takıma her maçta sahip çıkıp destekleyelim. Bu çocuklar ‘yerli ürün’
Üstelik, basketbolda yabancı sayısının sınırsız olduğu ülkemizde yetiştiler. Yani, sınırlamakla değil üretmekle oluyor bu iş.
Bu arada bizim çocukların bir şanssızlığı var. Yugoslav ekolüne tosladılar. Bizim gibi onlar da kendi jenerasyonlarını yetiştiriyor. Üstelik onlar bu konuda gerçek gelenek sahipleri. Yani öteden beri bu konuda becerikliler. Bunlardan bazılarıyla karşılaştık, Sırbistan gibi. Bazılarıyla da karşılaşmadık ama izlerken parmak ısırttı onlar da. Özellikle Slovenya ve Hırvatistan.

GERÇEK BİR EKOL

Diğer mevzuları bilmem ama mevzu bahis spor (basketbolla sınırlarsak haksızlık olur) olunca, bu ülkeler hâlâ Yugoslavya’nın, Tito’nun ekmeğini yiyorlar.
Evet, Slovenya’nın şampiyonluğu sürpriz oldu. Herkes, İspanya veya Sırbistan gibi ağır topların yine şampiyon olacağını düşünüyordu. (Benim adayım İspanya’ydı) Ama Slovenya, bu rakiplerin ikisini de devirdi. Turnuvayı namağlup şampiyon bitirdi.
İşin özeti şuydu:
Grupta önce sıkı bir basketbol ülkesi Rusya ile karşılaştık ve yenildik.
Sonra Büyük Britanya’yı yenerek yola devam ettik.
Ardından Yugoslavya ile (Sırplarla) oynadık ve kaybettik.
Belçika’yı yenerek, gruptan çıkmayı garantiledik.
Gruptaki son maçta Letonya’ya kaybettik.
Son 16’da Turnuvanın ağır favorilerinden İspanyollarla oynadık ve yenildik.
Ancak onları da Yugoslavlar (Slovenya) yendi.
Finalde de Yugoslavya (Slovenya) bu defa Yugoslavya’yı (Sırbistan) yendi.
Ve şampiyon Slovenya.
Daha bu denkleme Hırvatistan, Karadağ, Makedonya ve Bosna-Hersek’i katmıyorum. Az önce saydığım ülkelerden bazıları arasında oynanan maçları da.

YUGOSLAV EĞİTİM SİSTEMİNİN SONUCU:

Sadece basketbolda 3 dünya, 1 olimpiyat ve 5 Avrupa şampiyonluğu kazandılar.
40 yıl geçti hâlâ üretiyorlar. Sporcu yetiştirebiliyorlar. Yetiştirdikleri sporcular hangi branşta olursa olsun zirvede oynuyor.
‘Adamlık’tan bahsetmek, edebiyat yapmak yerine performans ortaya koyuyorlar.
Örnek mi?
Bakınız; Teodosic’ler, Obradovic’ler, Bogdanovic’ler, Dragic’ler, Docic’ler, Modric’ler, Djokovic’ler… Hepsi Yugoslavgiller
Her ne kadar 12 Dev Adam’ın bu turnuvadaki performansı bizi gururlandırsa da genel anlamda bu ekolün yanına bile yaklaşamıyoruz.
Çok basit bir örnek:
Sloven basketbolcu Luka Doncic, final maçının hikâyesini yazanlardan biri oldu. Turnuvanın da açık ara en iyi oyuncularından biriydi.
Doncic sadece 18 yaşında…
Genç takımımızdan da genç…
Demek ki genç oyuncularla da yapılabiliyormuş…
En acısı da, Yugoslavgil ülkelerin toplam nüfusu 19 milyona yakın
Bizim sadece genç nüfusumuz 21 milyon.
Bütün mesele eğitim ve üretim. Ah bir anlayabilsek…
İşte o zaman, nice gurur ve zafer dolu turnuvalarımız olacak…




15 Eylül 2017 Cuma

Adım adım intihara gidiyorlar

Furkan Şen, 14 yaşında bir gurbetçi…
Almanya’da yaşıyordu ailesiyle.
Sözde bir bilgisayar oyunu, hayatına mal oldu…
Bir diğer gencimiz de Evrim Mertin. 24 yaşında, Gazi Üniversitesi öğrencisi… O da ‘Mavi Balina’ adlı oyunu oynamaya başladı. Oyun oynadığı süreçte davranışlarının değiştiği gözlenen Evrim de 5 Ağustos’ta intihar etti.

Evrim’in ailesi, sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da soruşturmayı başlattı. Ailenin avukatı Mehtap Demirhan suç dilekçesinde, ‘‘Yurtdışında yasaklanan ‘Mavi Balina’ veya ‘Blue Whale’ olarak adlandırılan oyun, oyuncularını intihara sürükleyen bir oyun olup, Mertin’in intihar olayından sonra müvekkiller tarafından yapılan bazı araştırmalar ile Mertin’in son zamanlarındaki hal ve hareketlerinin bu oyunlar sonucu oluştuğunu göstermektedir. Öyle ki bu oyun 50 günlük bir oyun olup, oyunculardan derin olmayacak şekliyle kol ve bacakların kesilmesi, verilen süre boyunca kimse ile görüşmemesi, vücuda zarar verici şeyler yapılması gibi şeyler istenilmekte ve en son gün ise intihar edilmesi istenilmektedir. Oyun yöneticisi oyuncudan, bu görevlerin yapıldığının ispat edilmesini istemekte ve bu nedenle bilgisayar kamerası kullanılmaktadır. Evrim Mertin’in bacaklarında jiletle oluşturulmuş kesikler mevcuttur. Boynunda iple sıkılmış gibi iz bırakmış kızarıklık oluşmuştur” ifadeleri yer aldı
Daha önce de intihara sürüklediği gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan ‘Mavi Balina’ adlı oyun kisvesi altında bir tuzağa kurban gitti gençlerimiz.
Furkan ve Evrim de son kurbanlar oldu.
Nasıl oluyor da gencecik insanlar, canına kıyabilecek noktaya geliyor?



NASIL BU NOKTAYA GELİYOR?

Sorunun cevabını arayan uzmanlar bir sosyal medya oyunun, çocukları intihara sürükleyebilme konusundaki ‘becerisine’ dikkat çekiyor.
Psikolog Erdinç Üstündağ, ‘‘Ergenlik dönemindeki birey, eğer herhangi bir gruba ait değilse ya da arkadaş ilişkisi kurmada sorun yaşıyorsa, yaşantısının bu bölümünde kendini en rahat ifade edebileceği, kimsenin onun gerçek kimliğini bilmediği bir sanal dünyada, istediğini yapma eğilimi içine giriyor. Bu tür oyunlar sayesinde varlığını göstermeye ve değerli olma duygusunu tatmin etmeye çalışıyor. Aileler çocuklarının oynadığı, girdiği siteleri mutlaka takip etmeli. Kahraman olmaya çalışan çocuk intihar ediyor”

YİNE Mİ BLACK MIRROR!

Haberleri okuduğumda ilk aklıma gelen, Black Mirror (Kara Ayna) dizisi olmuştu. Geçtğimiz Aralık’ta yayına giren 3. Sezonda yayınlanan, ‘Shut up and dance’ (Sus ve dans et) adlı bölümde Furkan’ın hikâyesine benzer bir hikâye ile karşılaşmıştık.
Dizide, 14 yaşındaki Kenny web kamerasından gizli görüntülerini çeken hacker’ların şantajına maruz kalıyor. Peşi sıra gelen talimatları yerine getiren Kenny’e sırayla türlü türlü suç işletiliyor. Önce silahlı bir banka soygunu gerçekleştiriyor çocuk. Ardından kendisi gibi şantaja maruz kalan bir adamla ormana parayı bırakmak üzere gidiyor ve burada gelen son talimat, ikilinin kavga etmesi. Sadece biri hayatta kalacak ve sırrı ifşa olmayacak.
Koca adam ve bir çocuk… Ölümüne kavga ediyorlar. Çocuk adamı öldürüyor. Tüm talimatları yerine getirmenin ve ölümden kurtulmanın biraz rahatlığı biraz da pişmanlığıyla ormandan ayrılırken, polisler gelip Kenny’i yakalıyor. Çünkü şantajcılar, tüm talimatları izlemesine rağmen Kenny’i hem ihbar hem de ifşa etmiştir.

Black Mirror'dan bir kare.

Tabi, Black Mirror her ne kadar yaşadığımız hayatların ve ulaşacağımız noktanın acı gerçeklerini tokat gibi yüzümüze indirse de, dizidir nihayetinde. Furkan ve Evrim’im durumu ise tamamen gerçek. Vaziyet ürpertiyor…
Bir musibet bin nasihatten evladır derler. Furkan ve Evrim’in sonu da ders olmalı. 10 Mart 2017 tarihli yazımda, (http://www.gazetehabervaktim.com/ivedilikle-izleyiniz-black-mirror-2055yy.htm)  yine bu köşeden dile getirmiştim. İvedilikle izlemeli bu diziyi.
Tıpa tıp, acı ve biraz da fazla gerçek olan, insanı ürperten bir hadiseler silsilesine şahitlik ediyoruz bu dizide.

6 AYDA 130 ŞÜPHELİ İNTİHAR

Dönelim sözde oyunumuza… Dilekçede belirtildiği gibi ‘Mavi Balina’ denen illet 50 gün boyunca giderek korkunç bir hal alan 50 görevden oluşuyor. Bazı görevlerde kendinizi sakatlamanız isteniyor.
Görevleri yerine getiremeyen, oyunu bitiremeyen kullanıcılara, ‘Öl, nasıl olsa yeniden doğacaksın’ düşüncesi zerk ediliyor.
Gerek ABD, gerekse Almanya, Fransa, İngiltere’de ebeveynlere yönelik uyarılar başladı. Zira bu ‘oyunun’ geçtiğimiz Mart ayında Rusya’da bir kızın intiharına daha sebep olduğu kanıtlandı. O günden bugüne, 6 ayda gerçekleşen 130 intihar vakasında yine bu ‘oyundan’ şüphe ediliyor.
Dikkat edin ahali, çocuklarımızı bir de oyun terörüne kurban vermeyelim.

8 Eylül 2017 Cuma

'Tek başıma bir partiyim'

Kimi ‘Yasakçı Vali’ olarak hatırlar onu, kimi ‘zıpkın’ diye tasvir eder, kimisi de ‘Süper Vali’ der. Halkın takdiri de sonuncusudur. Süper Vali’ydi Recep Yazıcıoğlu.
Tam 14 yıl evvel, 8 Eylül 2003’te şüpheli bir trafik kazasıyla ayrıldı aramızdan Türkiye’nin en genç valisi.
Aslında ayrılmış demem lazım. Zira, onun şöhretini ve kıymetini idrak edemeyecek kadar gencim. Ancak yıllar içinde Yazıcıoğlu’yla ilgili okuduklarım, izlediklerim, duyduklarım kendisinin ve hizmetlerinin daima baki kalacağını öğretti bana.

GÜZEL ADAM

Şen kahkahalı, çabuk parlayan, sözünü esirgemeyen, kalender bir adam…
Siyasetin ne sağına sığar, ne de soluna… Onun derdi memleketi, insanı...
1948’de Trabzon Köprübaşı’nda gelir dünyaya. Okul arkadaşlarından biri Adnan Kahveci diğeri de beşik kertmesi olan Meryem Yazıcıoğlu’ydu. Kaderini görmüştü ikisi de. Daha Yazıcıoğlu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıftayken evlenmişlerdi.
İlk görev yeri Aydın’dı. 20 yaşında bir kaymakam vekili olarak atanır. 6 aylık çalışmadan elde ettiği deneyimini, gördüklerini şöyle özetler: Bürokrasi hastalığı. Ona göre devlet halktan kopmuştu.
Nihayetinde kaymakam olarak atanır. İlk görev yeridir Rize’nin Kanlıdere ilçesi. Oradan Adana Bahçe’ye sürülür. Derken sırasıyla, Ağrı Hamur, Çanakkale Ayvacık, Hatay Kırıkhan, Çorum Alaca ve Bolu Akçakoca’da kaymakamlık yapar.
Her gittiği yerde halk bağrına basar genç kaymakamı. Hikayesi çoktur. Tek tek yazmaya kalksam bu sütunlar almaz.

EN GENÇ VALİ

Her gittiği yerde Ankara’nın dikkatini üzerine çeker. Başta yaşı küçük gerekçesiyle Kenan Evren tarafından ret yemiştir. Ancak Özal’ın ısrarıyla 36 yaşında Türkiye’nin en genç valisi olarak Tokat’a atanır.
Hemen sıvar kolları Yazıcıoğlu, ilk iş eğitime el atar. Vali değil, şantiye şefi gibi çalışır. Kısa sürede 3-4 bin derslik açar. Burada yaptığı işler, Devlet Planlama Teşkilatına model, doktora tezlerine de konu olur. İcraatları çarpıcıdır. En genç valinin Tokat’ta yaptırdığı, ilkokul ve sağlık ocağı sayısı Cumhuriyet tarihi boyunca Tokat’ta yapılandan çok daha fazladır.
41 yaşında Aydın’a atanır. Tokat’taki eğitim ve sağlık hamlelerini burada da aynen uygular. Ancak burada birilerinin ayağına basmıştır. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz Erzincan’a sürmüştür Yazıcıoğlu’nu.

SÜRGÜNDEN DOĞAN EFSANE

Erzincan görevi zorludur. Daha ayağının tozuyla o acı depremi yaşar. 6.8’den geriye kalan enkaz ağırdır. 8 ayda enkazı da şehri de ayağa kaldırır. Devletten aldığı yardımdan ziyade halkla el ele vererek yapar bunu.
Bir talihsizlik de Temmuz 93’te yaşanır. Sabaha karşı acı bir telefon uyandırır valiyi,  ‘‘Sayın valim, Başbağlar’da katliam olmuş’’ Köydeki manzara vahimdir. Kadın, erkek, çoluk, çocuk bir camide toplanıp katledilmiştir.
Katliamdan sonra geceleri kendi külüstür cipine atlar bir başına ücra köylerde dolaşır vali. Jandarmadan ya da emniyetten bir ihbar varsa bizzat oraya gider. Halkla bizzat konuşur, ilgilenir. Hepsi de ilk kez bir vali görmüştür.
Köylerde teröre engel olmak için şehirle köy arasında bir köprü inşa etmek ister. Eski köprünün olduğu yere, Kemaliye’ye. Devlet, her zaman her yere istediği gibi gidebilmelidir. ‘Gidemediğimiz yer bizim değildir’ der. Böylece, ‘Hayatımın projesi’ dediği köprü için sıvar kolları.
Keban Barajı’nın yapımı nedeniyle Fırat Nehri yutmuştur eski köprüyü. 30 yıl boyunca siyasilerin sözünü verip de yapamadığı köprü, 23 köyle bağlantı sağlayabilirdi. Ulaşım feribot ve salla yapılıyordu. Göl kenarında doğum nehri yapanlar, hastaneye yetişemeyip ölenler, terör… Köprü şarttı, hayattı, ama yapmak çok zordu.

Şantiye şefliğini yapar yine. Devletin, ‘1 trilyona mal olur’ dediği köprüyü, yine halkla el ele vererek 300 milyara bitirir. Üstelik 8 ayda.
Süper Vali, halkın sevgilisi olmuştur. Ancak dobra çıkışları başını ağrıtır. Liyakate önem veren Süper Vali, o dönemlerde emniyet müdürlerinin vali olarak atanmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, ‘‘Polisten vali olmaz’’ der.
Ankara bu çıkıştan rahatsızdır. Özellikle Saadettin Tantan.

BAŞARI CEZASIZ KALMAZ

Bir gece telefonu çalar. Arayan bir gazetecidir. Süper Vali, 9 yılın sonunda terfi beklerken merkeze çekildiğini öğrenir. Zoruna gider ama başı önünde derdini anlatmaya devam eder her yerde. 3 yıl kalır Ankara’da ve ardı arkası kesilmeyen siyasete giriş teklifler alır. Sırasıyla ANAP, DYP ve AK Parti çağrıda bulunur. Üçüne de cevabı aynıdır…
‘Ben tek başıma bir partiyim. Ne parti valisi olurum, ne de partici’
3 yılın sonunda Denizli’ye atanır. Heyecanlıdır fakat, gözünden rahatsızlık yaşamaya başlar. Tedavi için Ankara yolu gözükür. Devletin malını hiçbir şahsi işinde kullanmayan Süper Vali, Ziraat Odası Haldun Tellioğlu’na ‘gel beraber gidelim’ teklifinde bulunur. Tellioğlu da bir araba ayarlar, kendi araç kullanamadığı için çaycısını da şoför yapar.



ŞÜPHELİ KAZA

Araç, Ankara’ya 36 km kala, Temelli yakınlarında aşırı hızdan dolayı takla atar. Tellioğlu oracıkta hayatını kaybeder. Çaycı ise yara almadan kurtulur. Süper Vali ise, kaza raporuna göre araçtan fırlamıştır.
5 gün yoğunda bakımda kaldır Recep Yazıcıoğlu. Sevenleri hınca hınç doldurdu İbn-i Sina Hastanesi’nin önünü. Artık 55’indedir. Yorulmuştur. Yoğun bakımdan çıkamaz Süper Vali… Bir recep ayında geldiği dünyaya yine bir recep ayında veda eder.
Sevenlerinin kucağında ‘suikast miydi?’ sorusuyla  beraber, gözyaşı vardır…
Ancak çok değerli bir miras bırakır ardında. Yaptığı hizmetlerin bütünüyle ve söylemleriyle oluşturduğu bir miras.
Bir röportajından aldığım şu satırlardaki haklılığını ise kulağımıza küpe etmeliyiz.
‘‘Bizim yetişme tarzımızda, eğitim sistemimizde yasakçı bir anlayışı var. Tartışma, sorgulama, araştırma ve eleştiri yok. Halbuki ne sosyal alanda, ne teknik alanda mutlak doğru yoktur. Bizler hiçbir şeyden şüphe duymuyoruz. Üretici olamıyoruz. Bizler sadece bekliyoruz. Vali tebdili kıyafet giysin Denizli'yi kurtarsın. Başbakan Türkiye’yi kurtarsın. Böyle bir şey yok. Kurtarıcı halktır. Halkın örgütlü gücüdür, halkın katılımıdır. Problemler bu şekilde çözülür. Ama biz hep kurtarıcı, kurtar bizi ana, kurtar bizi baba gibi yetişme tarzımızdan kaynaklanan beleşçi bir yaklaşım içindeyiz. Bu nedenle bizden dinamik bir yapı, dinamik, özgür, üretken beyinler çıkmıyor’’
Süper bir vali geçti bu Anadolu’dan… Tam 14 yıl oldu. Unutmamalı…

1 Eylül 2017 Cuma

Bu pazarın enayisi biziz!

Sporda yeni sezon heyecanını yaşıyoruz üç haftadır. Heyecan diyorum çünkü bu ay bir kıpırdanma var.
Her geçen yıl, maç izleme tutkumu parça parça kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum. Lâkin bu sene vaziyet biraz farklı. Bu sene futbolu da basketbolu da takip etmek istiyorum.
Milli takım önemli bir eşikte, merak ediyorum keskin virajı dönebilecekler mi?
Basketbolda ise İstanbul gerçek bir heyecana ev sahipliği yapacak. Avrupa Şampiyonasında pırıl pırıl genç arkadaşlar var. İlk maç bugün, rakip Rusya. Destek olmak lazım.
Bir Galatasaraylı olarak, sezona nasıl başladığımızdan bahsetmeye gerek bile duymuyorum. İştah açıyor.
Bendeniz de toplumun geri kalanı gibi tribünlerden biraz uzağım. Rahatıma düşkünüm. Bu mesafeyi ortadan kaldırmak için 19 Mayıs Stadyumu’nun yeniden inşa edilmesini milat belirledim kendime. Stad hazır olduğunda Gençler’den bir kombineye talibim. Şöyle maratondan temiz temiz maçımı izler, evimin yoluna düşerim. İstanbul ise benim için tam bir deplasman. Uzaktan izlemek daha güzel.
Sıkı bir futbol seyircisi olan Ankara seyircisi de büyük ölçüde benimle aynı fikirdedir. Yeterince kalabalığız ve hâlâ bekliyoruz… Neyse, o zamana dek televizyondan izlemeye devam.

ORADA DUR İŞTE

Ama bir dakika… Hangi maçı nereden, ne kadar izleyeceğiz?
Burada işler biraz karışıyor. ‘Maça gitsem daha ucuza gelir be kardeşim!’ Diyorsanız bendensiniz.
Kısa bir özet geçelim:
Temsilcilerimizin Avrupa maçlarını izlemek istiyorsanız, D-Smart ve Tivibu şart. Bazı maçları da TRT’den ücretsiz izler, paketi tamamlarsınız.
D-Smart’a üyelik aylık 29 liradan başlıyor. Tivibu ise aylık 39 liradan.
Lig maçları ise 99 liraya geliyor.
Ayıptır arkadaş! Biletler zaten pahalı. Ona hiç değinmedim bile. Bari şu lig maçlarını daha kabul edilebilir bir oranda tutun. Bu fiyatları görünce insan izlemekten vazgeçer tabi. Uzaklaşır.
Bu noktada beIN Sports’a da suç bulamıyorum. Zira, kantarın topuzunu kaçıran onlar değil, hak ettiğinden fazla değer gören kulüplerimiz. Tahmini 300 milyon dolarlık değeri olan bir yayın hakkına 600 milyon dolar ödendi. Şimdi de bu parayı abonelerden çıkarma derdindeler haklı olarak.
Ama beIN Sports burada aracı. Bu parayı bizden çıkaran, kulüplerimiz.
Bizim cebimizden çıkan bu paralarla; menajerleri ihya eden, devlete vergi ödemeyen, hepimizi kandıran kulüplerimiz, kulüp yöneticilerimiz…
HD, 4K, 3D yayınlar yapmak kolay değil, maliyetli iş. Yayıncı kuruluşa ilişkin beni rahatsız eden şey, daha uygun fiyatlarla bu maçları daha geniş bir kitleye yaymaktansa, mevcut kitlenin üzerine yüklenilmesidir.

YAPAN YAPIYOR! AL SANA ÖRNEK:

İngiltere’de aylık asgari ücret 5 bin 750 TL. Yayıncı kuruluş SkySports’un belirlediği ücret ise 30 liradan başlayarak 130 liraya kadar uzanıyor. Düşünün, dünyanın en çok izlenen ligi Premier Lig’de her gün 1 maç izlemek aylık 30 lira. 130 liralık pakette ise tüm dünyada hangi spor karşılaşması varsa hepsini izleyebiliyorsunuz.
Fransa’da aylık asgari ücret 6 bin 092 TL. Yine yayıncı kuruluşun beIN Sports olduğu Neymar’lı, Fransa Lig 1 keyfini yaşamaksa aylık 62 liraya geliyor. Kısacası Katarlı, bize gelince aslan kesiliyor.
İspanya’daki asgari ücret ise 3 bin 395 TL. Ronaldo’lu Messi’li La Liga’yı seyretmek için sadece 41.5 TL ödüyorsunuz.
İtalya’da da durum benzer. Orada asgari ücret uygulaması yok. Ülkenin yıllık ortalama geliri ise 7 bin 318 lira. Asgari ücret doğal olarak bu ortalamanın altındadır. Hadi yarı yarıya keselim. Düz, 3 bin 500 lira olsun asgari seviye. Seri A, Seri B, Şampiyonlar Ligi, UEFA Avrupa Ligi hepsi bir arada aylık sadece 58 TL ödüyorlar. En çok da bunu sevdim tüm maçlar tek pakette toplanmış.
Biz ise bin 313 lira asgari ücretle aylık 99 lira ödüyoruz. Avrupa’daki temsilcilerimizin karşılaşmaları hariç. Onlarla beraber 147 lirayı görüyor. Az evvel
bahsini ettiğimiz ülkelerle, ligimizdeki oyun kalitesinin farkından bahsetmiyorum bile.
90 dakikada 40 faul yapan takımların debelenmesini seyretmek için heyecan taşıyoruz yüreğimizde. Yazık bize. Endsütriyel futbolda taraftar değil müşteriyiz, eyvallah. Avrupalı da öyle. Ama bu pazarın tek enayisi bizmişiz gibi geldi bana!

25 Ağustos 2017 Cuma

Yeni 'spor' League of Legends

Malumunuz son dönemde bir e-spor mevzusudur gidiyor. Bilmeyenler için Türkçesi şudur: Bilgisayar başında oyun oynamak.
İşte bu aktiviteye e-spor adı verildi. Artık sporu da pc başında yapıyoruz vesselam.
Bu işin başını ise League of Legends (Efsaneler Ligi) adında bir oyun çekiyor. Kullanıcılarının tabiriyle ‘LoL’
Riot’un 2009’da piyasaya çıkardığı bu oyun, şu anda 100 milyonlarca kişi tarafından çevrimiçi oynanıyor.
Dönen para da hiç fena değil hani. Riot Games Türkiye Müdürü Hasan Çolakoğlu, günümüzde 750 milyon dolar seviyesinde seyreden e-spor pazarının 2018 sonunda küresel çapta 1,9 milyar dolara seviyesine çıkacağını öngörüyor.
e-spor’un lokomotifi ise işte bu oyun: LoL
Pastanın en büyük payı Lol’e ait. Son dünya şampiyonasında 577 milyon dolarlık bir pazar oluşturdu tek başına.



NASIL BİR OYUN BU?

Kısa bir tanım yapmak gerekirse;
Yüzlerce savaşçı arasından bir tanesini seçip, 5 kişilik bir takıma dahil oluyorsunuz. Takımınızdakiler de sizin gibi. Kimi evinden bağlanıyor, kimi internet kafeden. Aynı şekilde karşınızda 5 kişilik bir takım buluyorsunuz.
Amaç, rakibin kalesini düşürmek. Bütün mesele bunu nasıl yapacağınız. Öyle gidip BAM BAM BAM dalamazsınız karşı tarafa. Taktik yapmalısınız. Kazanmak için hesap kitap, iletişim, yardımlaşma, yetenek ve konsantrasyona ihtiyacınız var.
Her hareketiniz önem taşır, takım oyunu gerekir. Ancak bu gerekliliğin ötesinde, takım olarak tek bir kişiye yenildiğiniz bir an da gelebilir. Bireysel olarak da takımınızın başını yakabileceğiniz gibi, oyunu taşıyan kahraman da olabilirsiniz.
Ya da tüm maçı forse ederseniz ama bir türlü oyunu bitiremezsiniz. Oyun sonlarına doğru bir hata yaparsınız, o pespaye rakip sizi bitirir.
League of Legends, tüm bu yönleriyle fena halde basketbola da futbola da benzer aslında. Öyle ki, futbol kulüplerimiz bu oyuna yatırım yapmaya başladılar.
Önce Beşiktaş atıldı bu işe. 2 yıl evvel ilk e-spor takımını kurdu. Mantıklı bir yatırım zira; az gider, çok gelir, bol reklam.
Arkasından Galatasaray ve Fenerbahçe de birer takım kurdu. Şimdi yurt dışından oyuncu bile transfer ediyorlar.
Bu yılın şampiyonası da geçtiğimiz günlerde tamamlandı. Türkiye Şampiyonu, 1907 Fenerbahçe oldu. Şimdi hedef dünya şampiyonluğu… Gerçi zor. Güney Kore şu anda bu oyunun kralı.

OLİMPİYATLARA DA GİRECEK GİBİ

Uluslararası Olimpiyat Komitesi, e-spor’u gündemine aldı. Olimpiyatların temelini oluşturan spor dallarından biri olan güreşin bile kaldırılmasını tartışan komite, reytingi çekici gelen e-spor’u oyunlar arasında dahil edebilir.
Gerekçelerini açıklayacak güçlü rakamlar da var. Düşünün, Kırkpınar Güreşlerini kaç kişi canlı izlemiştir? LoL, Ülker Sports Arena’daki her karşılaşmada stadı tıka basa dolduruyor 15’lik gençlerle. Tüm ülkede 15 – 25 yaş arasında ekseriyet bu oyunu oynuyor, maçlarını izliyor. Dünyanın birçok ülkesinde de tablo aynı.
Maksadım hor görmek değil. Ben de bir oyun tutkunuyum. Bilgisayarla tanıştığımdan beri hemen her türlü oyunu yıllarca keyifle oynadım. Hâlâ da oynadığım oyunlar var. League of Legends da bunlardan biri.
Ancak, son kertede işin boyutu değişti. Bu hep vardı ama LoL, bu bıçağın sivri ucu oldu. Artık, oyun spora dönüşmeye başladı. İşte bundan hayli rahatsızım.
Oyunu sevsem de, spor olarak kabul edilmesini sevmedim. Gençlerin bu oyuna gereğinden fazla vakit ayırması ise zaten başlı başına bir sorun. (Tamam gençler, biz de oynadık. Hâlâ da arada oynuyoruz ama fazla kaptırmayın) Siz yine spor denildiğinde, zihnen olduğu kadar bedenen de fayda sağlayacak spor branşlarına yönelin. Aman gözünüzü seveyim.

18 Ağustos 2017 Cuma

Ne kadar? Nereye kadar?

Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) diyor ki, bu yılın ilk çeyreğinde küresel borç seviyesi 217 trilyon dolar. Bu bir rekor ve söz konusu miktar, tüm dünyanın 1 yıllık ekonomik döngüsünün %327’sine tekabül ediyor.
Kısacası, insanoğlu 1 üretiyorsa, 3 tüketiyor. Aradaki farkın kemiksiz yağsız net ağırlığı işte bu 217 trilyon dolar.
Bu makas yeni açılmadı. Ancak, bu yıl ki raporda ‘borç çevirme riski yüksek’ denilen gelişmekte olan ülkelere aman dikkat uyarısı yapıldı.

SENİN BENİM PARAM

Bunun farkında olmak, bunları bilmek lazım. Zira, bu paralar dünyanın neresine giderseniz gidin vatandaşın cebinden çıkar.
Kazandığın paranın bir kısmını vergi olarak devlete verirsin, devlet de senin yerine o parayı toplu şekilde sermayeye aktarır, bir kısmıyla da kendisi hizmet verir.
Cebindeki paranın bir kısmını da doğrudan tüketim amaçlı yine sermayeye bırakırsın. Karşılığında verdiğin şey ise emek ve zamandır. İşçi de olsan böyle, esnaf da olsan böyledir esasında.
Memnuniyetin ölçüsünde oy verir ya da ürün/hizmet satın alırsın, olmadığın zaman da ona göre rey verirsin.

OYNAYARAK KAZANILIYOR

Borcun giderek büyümesinin temel sebebi, parayla oynanmasından ileri geliyor. Amerika dahil birçok ülke, üretip para kazanmak yerine, parayla oynayarak parayı büyütmeyi tercih etti. Biz de bunlardan biriyiz.
Nasıl oluyor bu iş? 
100 bin TL nakit paranız var diyelim.
Bu parayı yastık altında saklayacak haliniz yok.
Gidip bir bankada vadeli hesaba yatırıyorsunuz. Akşam bakıyorsunuz internet şubesinden, vadeli mevduatınızda 100 bin TL gözüküyor.
Ancak alkol nasıl şişede durduğu gibi durmuyorsa, para da o ekranda durduğu gibi durmuyor.
Banka senin verdiği o 100 bin liradan %10 kadarını tutuyor ve (bu oran değişebilir, merkez bankası bunu belirler) geri kalan %90’ını götürüp başka bir vatandaşa kredi olarak veriyor.
Krediyi yani senin 90 bin liranı alan vatandaş, bu parayla altına gıcır bir araba çekiyor. Bilmem kaç ayda o parayı bankaya ödemek kaydıyla.
Peki senin para nerede? Senin para, arabayı satan arkadaşta artık. Peki o ne yapıyor. O da parayı yastık altında saklayacak değil ya! Götürüp bankada yine vadeli hesaba yatırıyor.
- Yani sen ekranda 100 bin TL görüyorsun, bir aylık vadeli hesabında.
- 2. arkadaş senin paranla, altına 90 bin liralık araba çekti ve bunun için o bankaya 10 bin TL ödeyecek 36 ayda.
- 3. arkadaş ise, internet şubesinden bakınca 90 bin lira görüyor hesabında.
- Bankanın kasasında ise 100 bin liralık nakit var ve 36 ay sonunda 110 bin TL almış olacak.
Yani senin 100 bin lira paranla, 400 bin liralık bir nakit hacmi oluştu.
Bu sadece 3 kişinin döngüsü. Şimdi bunu binlerle, milyonlarla çarp.
Ve biz bunu ekonomide canlanma olarak tarif ediyoruz. Öyle mi cidden?
Diyelim ki gidip bankadaki 100 bin liranı çekmek istedin. Aynı anda arabayı satan adam da parasını çekmek istedi. Diğeri de, öbürü de, hepimiz hücum ettik.
İkinizin bankada alacağı toplam 190 bin TL
Ama bankada 100 bin TL nakit var. Haliyle banka batacak. Banka batınca herkesin parası yanacak.

BÜYÜMEK GÜZEL DE…

Bu senaryo ve benzeri türevlerle gerek bizde gerek dünyada yaşanan ekonomik krizlerin haddi hesabı yoktur.
Dünyadaki birçok ülkenin ekonomisi bu döngü üzerinden daha hızlı ve kaygan bir zemin üzerinde büyür. Bugün oluşan 217 trilyon dolarlık borçtaki aslan payının gelişmekte olan ülkelere ait olmasının sebebi budur.
Çünkü tüm politikacılar büyümeyi sever.
Büyümek için de borçlanmak gerekir.
Borçlandıkça da finans sektörü ve faizin mahkumu olursunuz.
Bağımsızlığınız sermayenin iki dudağı arasına sıkışır kalır.

NEREYE KADAR?

Vergi rekortmenleri listemize bir bakın. Bir tane üretici yok.
Başı çeken bankalar %40 yaptı. Kamu kurumları, yapı firmaları, enerji ithalatçıları, komisyoncular vs.
Üstelik bunların da, devlet eliyle yaptırılan yatırımların finansmanı sayesinde bu kadar kâr yaptığı söyleniyor. İyi de nereye kadar böyle gidecek?

11 Ağustos 2017 Cuma

Yapay zeka tartışmasında kim haklı?

Son günlerde teknoloji dünyasında en büyük tartışma konusu yapay zekâ.
Malumunuz, Facebook geçenlerde yapay zekâ projesinin fişini çekiverdi. Çünkü ürettikleri yapay zekâ, bir başka yapay zekâ ile kendi dilini oluşturdu. Hiçbirimizin bilmediği bu dil üzerinden iki yapay zekânın birbiriyle iletişim kurması Facebook’u korkuttu ve şak diye kapattılar sistemi.

HANGİSİ HAKLI?

Şu anda teknoloji dünyası ikiye bölünmüş vaziyette. Bir taraf, yapay zekânın insanlığın ilerlemesine katkı sunacağını savunurken diğer taraf, yapay zekânın kontrol edilemeyeceğini ve bu yüzden çok tehlikeli olduğunu söylüyor.
Örneğin Zuckerberg’e göre, yapay zekâ teknolojisinden bu kadar kolay vazgeçmemeliyiz. Bu teknoloji hepimizin dünyasında çok önemli bir katkı sunabilir.
Ancak teknoloji dünyasının bir başka babayiğidi Tesla’nın CEO’su Elon Musk’a göre, kanunlar bu işe sınır koymalı, aksi takdirde başa çıkamayız.
Bu iki karşıt görüş bana Person of Interest dizisini hatırlattı. Baştan sona izlememekle beraber, oradaki mevzunun temelinde de bu tartışma yatıyor. Finch adlı üstadımız, yapay zekâyı tasarladıktan uygulamaya geçirdikten sonra onun kullanılmaması gerektiğine karar veriyor. O da Musk gibi düşünüyor. ‘Sürekli gelişime açık ve karşı konulamaz bir dehanın üstesinden gelebileceğini düşünmek, yalnızca insana has bir kibirdir’ sözleriyle tehdidi güzel ifade ediyor. (Finch %100 haklı. Aksini iddia edenin alnını garışlarım)

KONTROLÜ ZOR BİR SİLAH

Ulen, prizden fişini çektiğim alet mi bana hükmedecek demeyin. Bugün evlerimizde kullandığımız akıllı buzdolabından televizyonuna kadar her şeyi size saldırı amaçlı kullanabilecek bir siber dünyadayız. Amerika’da bu yöntemle gerçekleştirilen son saldırı, ülke ekonomisinde milyar dolarlara mal oldu.
Hali hazırda dünyanın en iyi poker oyuncusunu canlı yayında mağlup edebilen bir robottan bahsediyoruz. Birkaç yıl sonra kaydedilecek ilerlemeyi kimse tahmin bile edemiyor. Gelinen noktadan ziyade varılacak olan nokta insanları endişeye sevk ediyor.
Ancak insanoğlunun gözü kara. Belki de az önce bahsini ettiğimiz kibirden, belki de ilerlemeye duyduğu arzudan, açlıktan. Hangisi olduğuna siz karar verin.

İNANALIM MI?

Yapay zekâdan korkulmaması gerektiğini söyleyenlerin argümanı da şu: Bu teknoloji dünya ekonomisine trilyonlarca dolarlık katkı sağlayacak.
Uluslararası danışmanlık şirketi PWC’ye göre, yapay zekânın katkılarıyla ekonomi 2030 yılına gelindiğinde olması gerekenden %14 daha fazla büyüyecek. Yani dünya 13 yılda 15,7 trilyon dolar kâr edecek. Çünkü Yapay zekâ sayesinde verimlilik artacak, ürün kalitesi artacak ve tüketim artışı yaşanacak. En büyük ilerleme de sağlık sektöründe kaydedilecek. Ardından sırasıyla; otomotiv, finansal hizmetler, ulaşım, lojistik, iletişim ve eğlence geliyor.
Ancak bazı soruların cevabını veremiyorlar. Mesela, bu 15,7 trilyon dolar nasıl dağılacak? Ne kadar adaletli olacak? Olmayacağı kesin. Bu konuda karamsarım. Cevap aradıkları bir soru daha var: Acaba elde edilen gelirler işsizlik fonu oluşturulabilir mi? Yapay zekânın işsizliği beraberinde getireceği besbelli. Çözümü ise henüz ortada yok. Ama harıl harıl çalışıp cevabı arıyorlar.
Gördüğünüz gibi, Amerika’da bu konu üzerine yapılan tartışmalar benim yaptığım gibi dizilerden ya da bilim kurgu filmleri üzerinden değil, ekonomik gerçekler üzerinden yapılıyor.
Dünya giderek daha hızlı dönmeye başladı. Değişimin kendisi bile değişmeye başladı. Çünkü eskisinden çok daha hızlı cereyan eder oldu. Marx’ın yabancılaşmasının farklı bir versiyonu ile karşı karşıyayız. Postmodern dünya hayli garip dostum.
Teknolojinin geldiği nokta hem hayranlık uyandırıyor hem de ürkütüyor.
Ancak boş verin bunları.
Hep beraber hoşaf içelim biz.
İyi gelir.

4 Ağustos 2017 Cuma

Sizce dünyadaki en büyük tehdit nedir?

Amerikan Araştırma Enstitüsü PEW, tüm dünyada bir anket yapmış.
Yapılan ankette, dünya kamuoyunun tehdit algılaması araştırılmış.
Kim, en çok neyden, niye korkuyor?
38 ülkede 42 bin kişiye sorulmuş: Sizce dünyadaki en büyük tehdit nedir?
ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere 18 ülke, DEAŞ'ı en büyük tehdit olarak görüyormuş.
Mesela Almanlar için 1 numaralı tehlike %77 ile DEAŞ.
2. sırada %66'lık oranla siber saldırıları tehlikeli görüyorlar.
3. sırada ise %63 ile iklim değişikliği geliyor.
Mülteciler ise sıralamanın hayli gerisinde, Almanların %28'i onları bir tehdit olarak algılıyor.
İklim değişikliği ise daha ziyade Güney Amerika ve Afrika ülkelerinin öncelikli kaygısı olarak göze çarpıyor.
Ancak bu konuda başı çeken ülke ise %89'luk oranla İspanya.

Yunanların %88'i dünya ekonomisinin durumunu başlıca tehdit olarak görüyor.
Yüksek bir oran. Sütten ağızları yandı tabi. Korkuyorlar.
Ekonomik olarak yine bin beter vaziyetteki Venezuela'da ise %56'lık kesimin en çekindiği mevzu yine ekonomi.
(Maduro ve can güvenlikleri onlar için ilk sırada olsa gerek)
Polonyalılar ve Macarların üçte ikisi mültecilerin kaynağı olarak Suriye ve Irak'ı kendileri için elzem tehdit olarak değerlendirmiş.
Tüm bu ülkeleri dışarıdan gözlemlediğimiz kadarıyla verilen cevapların hepsi anlaşılır.
Rakamlar kafada oturuyor.

Gelelim bize

Milletimiz, bu soruya %72 ile Amerika Birleşik Devletleri cevabını vermiş.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da ekseriyete tabi değiliz.
Tüm dünyada ABD'nin politikalarını 1 numaralı tehdit olarak değerlendiren tek ülke Türkiye.
Şimdi sorunlarımızı şöyle bir gözden geçirelim:
FETÖ ve PKK haricinde hemen hemen bütün meselelerimiz az önce bahsini ettiğimiz ülkelerle ortak.
Mesela, DEAŞ'tan en çok zarar gören ülkelerden biriyiz. Nice şehit verdik.
İklim değişikliğine ise son günlerde İstanbul'da yaşananları örnek gösterebiliriz.
İstanbullular tabiatın yaşattıkları karşısında aciz kaldı.
Bizse buradan izlediklerimizle ürktük.
Bir diğer sıkıntı mülteciler ve ekonomiye dair endişeler.
3 milyon mülteci var ülkemizde!
Mülteciler ve ekonomiye dair bir parametre göstermeye gerek bile duymuyorum.
Biz tehdidi doğrudan kucağımızda görüyoruz zaten.
Bizim insanımız diğer ülkelerdeki gibi öyle tehdidi önceden görüp, aa bak bu başımızı ağrıtabilir demiyor.
Bence '%72 ABD'nin politikaları' cevabı burada saklı.
Bize göre tehdit, kapıda değil.
Ya da ilerideki köşede caminin karşısında beklemiyor bizi.
Biz bu tehditlerle kol kola yürüyoruz zaten.
Millet olarak sorunun kaynağına bile inmişiz.
Köy şehir fark etmeksizin, okumuş okumamış fark etmeksizin hepimizin cevap belli: Hep Amariga'nın oyunları bunlar.
İşin civcivli yanı tüm bu tehditlerin arkasında da gerçekten Amerika var.
Peki onun arkasında kim var? Sakın biz olmayalım…
DEAŞ, FETÖ, PKK, ekonomiye sokulan çomaklar... (Hatta iklim değişikliği ve depremler. Gerçi bu kısma katılmıyorum ama)
Eyvallah. Tehditlerin önemli bir kısmının kaynağı ABD'nin politikaları diyelim. Kabul.
Ama şu soruları da sormak lazım.
ABD sadece bize karşı mı tehlikeli politikalar yürütüyor?
Ya da ABD dışında bize yönelik tehdit oluşturan başka devletler yok mu? (Kafadan 5 tane sayarız hepimiz)
ABD başka ülkelere de yönelik böyle politikalar yürütüyorsa onlar neden farkında değil? Mahallenin tek uyanığı biz miyiz? Neden kendisi için bir numaralı tehdit olarak ABD'yi görüyor insanımız? Başka toplumlar neden bunu görmüyor? Sebebi 15 Temmuz'u yaşamış olmamız mı? Bence değil.
Biz neden sorunu önce kendimizde aramak yerine, Amariga'nın oyunları deyip işin içinden çıkıyoruz? Nasıl oluyor da bahanelerin arkasına bu kadar kolay saklanıyoruz?
Çünkü sorunu dışarıda görmek işimize geliyor. Oysa sorun içeride.
Millet olarak kendi kendimizi sorgulamayı öğrenemedikçe, o %72'lik oran hiç düşmeyecek.
En acısı da bu. Kendi geleceğimizi kendimiz tehdit ediyoruz ve bunun farkında bile değiliz.

28 Temmuz 2017 Cuma

Her gazeteciye bir ev!

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ilginç bir işe imza atmış yine.
Ulusal Basın Günü’nde 255 Azeri gazeteciye ev hediye etmiş.
Üstelik, bu ilk de değilmiş.
2013’ten bu yana Aliyev hükümetinin uygulamalarından biriymiş bu.
Her gazeteciye bir daire!

Aliyev’in konuya ilişkin açıklaması da ilgi çekici.
Diyor ki, ‘‘Devlet yetkilileri, ifade ve basın özgürlüğünün işlerinde kusur yapmalarına izin vermeyeceğini biliyor. Bu yüzden gazeteciler benim yardımcılarım’’
Aliyev cin gibi. Basının, yasama, yürütme ve yargıdan sonra gelen dördüncü erk olduğunun farkında.
Alametifarikası, o gücü tatlı mı tatlı bir şekilde kendine bağlayacak yolu bulması.
Vallahi tatlı bir yol ne yalan söyleyeyim.
Gözlerimi kapatıp birkaç dakikalığına da olsa Bakü’ye yerleşme planları yaptım.
Sonra aniden irkildim. Tüyler diken diken.
‘‘Bırak tatlı hayalleri de meselenin aslına bak çocuk’’ deyiverdi gaipten bir ses.
Aliyev, çıkarıp muhabirlerin cebine tomarla para koysa bu kadar etkili olmazdı.
Adı üstünde ev. Bir yuva veriyor. Güvenin, huzurun ikamet ettiği dört duvar.
Peki karşılığı? Görünürde yok.
Görünürdeki sebep, sosyal devlet anlayışı.
Ne de olsa gazeteciler Aliyev’in yardımcıları.
Devlet çalışanına sahip çıkıyor!

Ayrıca Aliyev, gazetecilere kısıtlama da getirmediğini söylüyor.
2017 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi ise aksini ifade ediyor.
Azerbaycan basın özgürlüğü konusunda 180 ülke arasında 162. Sırada bulunuyor. (Bu arada biz de 155. Sıradayız)
Hadi dünya, menim Azeri gardaşıma da karşı diyelim.
Meseleyi kendi gözümüzden görelim. Gardaşça
Ev hediyesi kısıtlamanın ta kendisidir.
Çünkü, dünyanın neresine giderseniz gidin, ikna en güçlü silahtır.
Tehdit, şantaj, para, baskı, şiddet... İkna denen silah için kullanılan mermi türlerinden birkaçıdır.
Bunlardan bir tane daha vardır ki off off off! Dom dom kurşunudur mübarek!
Adına minnet diyorlar.
Minnet duygusu, güçlü bir bağlılık taşır kendi içinde.
Vefayı, saygıyı, sevgiyi, takdiri de barındırır.
Kısacası güçlü bir motivasyondur.
Aliyev’in amacı ise tamamen bundan faydalanmaktır.

DİYELİM Kİ KABUL ETTİN

Düşünün bir gazeteci o evde oturmayı kabul etsin.
O eve yerleşsin ailesiyle.
Ertesi gün devleti eleştiren bir haber yapması gerekti diyelim.
Sabah hazırlandı, açtı kapıyı adımını dışarı doğru attı… Tam kapatacakken içine düştü o soru… ‘‘Acaba nankörlük mü ediyorum?’’
Bu topraklar kimilerinin kulağına, ‘Ya sen evi al, sonra nasıl istersen öyle yap işini’ diye fısıldasa da gazetecilik idealist olmayı gerektirir.
Minnet ise, asil bir erdem olsa da mesleğine ihanet etmemen gerekir.
Aliyev verdiği dairelerle, Azeri gazetecileri turnusol kağıdı gibi suya batırıyor aslında.
Pek çok gazeteci rengini belli etti.
Mesela, Haqqin internet sitesinin genel yayın yönetmeni, ‘‘Cumhurbaşkanına müteşekkiriz’’ dedi.
Kimileriyse bu cömert hediyeyi reddetti.
Azeri gazeteci Kemal Ali, ‘‘Bedava daire diye bir şey yoktur. Bu hediyeleri kabul edenler ne tür ahlâki yükümlülük taşıyacaklarının farkındalar’’ dedi.
Bir diğer Azeri gazeteci Hatice İsmailova da, ‘Arzularına yenik düşmeyerek, rüşvet olarak daire kabul etmeyen gazetecileri’ tebrik etti ve ‘‘Sizin eviniz kalbimizde’’ dedi.
Ben de o gardaşlarıma buradan diyorum ki, bir ev de benim gönlümde inşa ettiniz. Helal olsun.
(Gaipten bir ses daha: Şimdi Ankara’da bir daire fena olmazdı bak. Emin misin? Bir daha düşün. Bence çok güzel olurdu. Miss gibi!
Yok yok geçti tamam. Sakinim.
Haftaya görüşmek üzere)

21 Temmuz 2017 Cuma

Üretim yerine ithalatı seçersen...

Malumunuz, Venezuela’da son 4 yıldır çarşı pazar karıştı.
Bu yıl enflasyonun %1600’lerde seyretmesi bekleniyor.
Asgari ücret 15 dolara tekabül ediyor. (Hamburger ise 170 dolar)
Yağmacılık, karaborsacılık, hırsızlık, cinayet gırla gidiyor.
Kısacası, ekonomi ve asayiş yerlerde.
Devlet Başkanı Nicolas Maduro 4 yıldır iktidarda.
Chavez’in ölümüyle oturduğu koltukta bir türlü rahat yüzü görmedi.

Nicolas Maduro


GÖREMEZ DE

Yargı yoluyla da parlamentonun yetkilerini süresiz olarak kaldırmış.
Muhaliflerin ve medyanın tepesine çökmüş.
Yolların, köprülerin, limanların başına orduları dikmiş.
1,5 milyon vatandaşı ülkeden kaçmış.
Fabrikalara el koymuş vs. vs.
Halk sokaklarda Başkan Nicolas Maduro’yu protesto ediyor.
Polisle göstericiler arasında çok ciddi çatışmalar yaşanıyor.
Maduro, ‘Aşırı sağ ve muhalifler, suç örgütleriyle el ele vererek şiddeti körüklüyor’ sözleriyle kendini savunuyor.
Muhalifler ise, ‘Kabahat bizim değil. Polis orantısız güç uyguladı, şiddet doğdu’ diyor.
Sonuç itibariyle, insanlar ölüyor. Vaziyet bu.
Gelelim sorunun kaynağına.


NİMET Mİ? BELA MI?

Bazı ülkeler var ki, sahip oldukları petrol yatakları nimetten çok bela olmuş başına.
En güçlü örneği de Venezuela.
Yüzölçümü bizden biraz fazla, 30 milyonun üzerinde nüfusu var.
Dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip ülkesi açık ara Venezuela’dır.
Suudi Arabistan, Kanada ve diğerleri arkasından gelir.
Bu zenginliği kullanmaya başladıkları 2000 yılında GSYH 118 milyar dolar iken, 2010’da bunu 295 milyar dolara yükselttiler.
Sadece ham petrol satarak yaptılar bunu.
Fakat bu geliri çok kötü kullandılar.
1998’de %56 oyla devlet başkanı olan Chavez bu geliri, 2005 yılında itibaren halka gelişigüzel dağıtmaya başladı.
Sosyal adaleti, halka gıda yardımı yaparak sağlayacaklarını sandılar.
Netice? Ülke ekonomisi petrol gelirine dayalı hale geldi.
Petrol, devleti de halkı da tembelleştirdi.
Üretimden uzaklaştırdı.
İthalat aldı başını gitti.

Hugo Chavez 2013'te kanserden öldü.
Chavez ise kahramandı!

Halk geleceğe değil bugüne bakıyordu.
Önüne bedava ekmek geliyordu.
Chavez, nasıl kahraman olmasın!
Ancak kazın ayağı öyle değildi.
O dönemler, brent petrolün varili 100 dolardan işlem görüyordu.
Haliye, Venezuela’nın para birimi Bolivar da aşırı değer kazanmıştı.
Derken 2013’te Chavez kansere yenildi ve ülkenin başına Maduro geçti.
İşler zaten ufak ufak karışmaya başlamıştı ki, dünya piyasaları Venezuela’ya şok yaşattı.
Son dönemde 1 varil petrolün fiyatı 100 dolardan 30 dolara düştü.
Bu Venezuela’nın idam fermanıydı.
Petrolden 3 kazanırken 1 kazanmaya başladılar.
Haliyle dışarıdan mal ve hizmet alacak paraları çıkışmadı.

Eee üretim de yok. Petrole güveniyordun.

Sonuç: her türlü ürünün ve hizmetin fiyatı uçtu gitti.
Kıtlık ve karaborsacılık ortaya çıktı.
Bir darbe de 2014’te ABD ambargosuyla geldi.
Piyasa hepten bitti.
Maduro ise hışmını muhaliflerden çıkardı.
‘Birileri yönetime karşı ekonomik savaş başlattı’ dedi.
Vaziyeti eleştiren muhalefet liderleri tutuklandı.
Medya sansürlendi.

Bu arada ABD demişken, bir parantez açalım.

ABD ile Venezuela arasındaki gerginlik 2002’ye dayanır.
ABD destekli Venezuela subayları, yargıyı kendine bağlamasından ve kuvvetler ayrılığını tamamen yok eden Chavez’in makamına bir baskın düzenledi.
Asker silahını doğrulttu ve devlet başkanının istifasını istedi.
Chavez istifa etti. Halk anında sokaklara dökülerek durumu protesto etti.
Hükümet yanlısı askerlerin de tepki göstermesiyle, Chavez 2 gün içinde başkanlığa geri döndü.
O darbeden sonra Chaveiz’in ABD karşıtı söylemleri daha da sertleşmişti.
Maduro döneminde ise ABD ile ilişkiler daha da gergin hale geldi.
Kimilerine göre, Venezuela’nın geldiği noktanın tamamen ABD’nin marifeti olduğu yönündedir.
Gerek Venezuela’da gerekse dünyada Chavez’i ABD’nin öldürdüğü bile söyleniyor.
Ancak bunlar bahane!
Venezuela üretim yerine ithalatı seçtiği gün kaybetti.
Dünyanın petrol yatakları bakımından en zengin ülkesi, bugün meteliğe kurşun atıyor.
Uzlaşı yerine çatışmayı seçtiği için de kaybetmeye devam edecek.
Şimdi cümle âleme ibret oldular.
Oldular değil mi? Emin misiniz?

Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unutur...

31 Aralık 1999