9 Şubat 2018 Cuma

Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım.
Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unuturmuş.
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi içerisinde hızla yükselen bu devasa yapı, kütüphane olacak sevgili dostlar.
Çalışmalar başlayalı epey oldu aslında ama, bina yükselince fark edildi.
Türkiye’nin en büyük kütüphanesi olacak ve kültür merkeziyle birlikte 2019’da hizmete açılması hedefleniyor.
İçerisinde 5 milyon kitap barındıracak ve dünyanın sayılı kütüphaneleriyle de online bağlantı kurulabilecek.

Özellikle vize final döneminde ders çalışma mekânı arayan arkadaşlar için ilaç gibi gelecektir.
Çünkü, kütüphane, geniş okuma salonlarıyla 24 saat açık olacak.
Ankara’da hali hazırda 260 bin civarında üniversiteli öğrenci mevcut.
Önemli bir kısmı, evde ya da yurtta ders çalışmak yerine kütüphaneleri tercih ediyor.
Yüksek lisans ve KPSS, YDS, YKS ve diğer sınavlara çalışmak için rahat bir mekân arayışında olanları hesaba katmıyorum bile.
Ulaşım olanakları da bu ihtiyaca göre şekillendirilecektir diye umut ediyorum.
***
Cumhurbaşkanlığından bir ekip uzun süren bir hazırlık çalışması yaptı.
Bir süredir yurtdışındaki kütüphaneleri inceleyen uzman ekibin görüşleri doğrultusunda kütüphaneye alınacak eserler de belirlendi.
Şu anda 1 milyonluk kitap temin edilmiş durumda.
Her basılan eserin de bir nüshası burada bulundurulacak.
Ekip,  kitap ve koleksiyon alımları için yurtiçi ve yurtdışında çalışmalarını sürdürüyor.
5 milyon rakamı da ilk aşama için düşünülen rakam zaten.
Zamanla daha da büyüyecek. Büyümek de zorunda. İlerlemek zorunda.
Kütüphanede ayrıca; bağışlanan özel koleksiyonlar, elyazmaları, fermanlar, haritalar, fotoğraflar, pullar ve gravürler de kullanıcılara sunulacak.
Bir de mücellithane kurulacak. Eski veya yeni… Kitaplar burada yeniden ciltlenebilecek.
***
Projeye dair görselleri incelediğinizde ise, hem modern hem de geleneksel mimariden kesitler karşınıza çıkıyor.
Okuma ve araştırma salonları, müzik arşivi ve müzik dinleme salonları insanı heyecanlandırıyor.
Özellikle kubbeli tasarım cezp ediyor.
İnsanın içini açan, okumaya ve araştırmaya olan iştahı artıracak bir ortam…
Nihayet.

2 Şubat 2018 Cuma

Yeni trend Doğu Ekspresi



Yeni bir trend doğdu.
Doğu Ekspresiyle Kars yolculuğu…
Bir zamanlar talep azlığı nedeniyle durma noktasına gelmişti seferler.
Şimdilerde ise, bilet bulana aşk olsun!
TCDD Taşımacılık AŞ’nin pazarlama başarısı mı?
Sosyal medyadan filizlenen bir kısmet mi?
Yoksa Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın memleketi olmasından kaynaklı bir vaziyet midir? Bilmiyorum…
Özellikle üniversiteli gençler, 24 ila 26 saat süren bu yolculuk için yanıp tutuşur oldu.
Şu sıralar, haftanın her günü sefer var.
Talebi karşılamak için 6 vagon daha eklenmiş.
O vagonları çeksin diye daha güçlü bir lokomotif de alınmış.
***
1962’den beri, Ankara’dan başlar yolculuk. Güzergâh uzundur…
Kırıkkale, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum ve son durak Kars…
Dönüşte de bu güzergâhın tam tersi istikamet izlenir. Doğu Anadolu’ya doyarsınız.
Yol boyunca, dağları, dereleri, ovaları seyrederek huzur bulursunuz.

Vagonlar da rahattır. Özellikle yataklı vagonlar.

Hijyene ve rahatlığa dair tek şikâyet duymadım.
Temiz, yormayan, yemekleri de fena sayılmayan bir yolculuk yapılabiliyor.
Hatta, Erzurum’a girmeden telefonla cağ kebabı siparişi verip, gara varınca sıcak kebabın tadına vagonunuzda varabiliyorsunuz.
Doğayı görmek, fotoğraf çekmek, yolculuğun tadını almak istiyorlar.
Tren yolculuğu başkadır. Otobüs ya da uçağa benzemez… Burada mesele yolculuktur zaten. Kars’a gitmek değil.
Ama Kars da güzeldir. Turizm potansiyeli yüksek bir şehirdir. Koca bir tarih yatar.
Ani Harabeleri, Bakireler Manastırı, Selçuk Sarayı, Kars Kalesi gibi yerler tarihi zenginliğini oluştururken, Kars kaşarı, kaz eti, yarma çorbası da kendinden geçirir herkesi…
Tüm bu yönleriyle Kars, her zaman potansiyeli olan bir şehirdir.
Ancak bugüne kadar değerlendirilemedi.
Belki şimdi, Doğu Ekspresi sayesinde, Kars da turizmin ekmeğini yiyecek.
Zira, şehirdeki oteller tıka basa dolu şu an. Yer bulunamıyor.
Ancak, otel bulmadan önce bilet bulmanız gerek tabi.
Onu bulmak imkansız.
***
1 ay öncesinden satışa sunulan biletler, 30 saniyede tükeniyor.
Bakın şimdi, Mart’a kadar bilet bulamazsınız.
Hali hazırda 12 bin bilet talebi olduğu söyleniyor.
Zaten, TCDD Taşımacılık AŞ’nin satışa sunduğu biletler, turizm firmaları tarafından ‘paket’ olarak çok daha önce satın alınmış oluyor.
Yataklı vagonda tek kişilik bilet alırsanız 95 TL, iki kişilik alırsanız 160 TL…
Tur paketi ise kişi başı, 1.200 TL’den başlayıp, 2.000 TL’ye kadar değişiyor. Tabi, her şey dahil.
Normalde, yataklı vagonla bu yolculuğu yapmaksa, yemesi içmesi, gittisi geldisi, tüm masraflarıyla 500 TL civarında…
Bilet bulamayan pek çok kişi de haliyle; ya vazgeçiyor, ya isyan ediyor, ya da parayı bastırıp turla gidiyor.
Bakanlık ise, ‘‘Tur şirketlerine yıllık planlama ile vagon kiralaması yapılmakta. Ama bilet bulunmamasının nedeni bu değil’’ diyor.
Bilet bulunamamasına gerekçe olarak, talep yoğunluğuna dikkat çekiyor.
Kısacası, herkes bir şekilde ‘yolunu buluyor’…
Artık, Doğu Ekspresi ‘kamu hizmeti’ amacından ziyade, ‘turizm ekonomisine katkı’ hedefine doğru evriliyor.
Umarım, doğru yönetilir, yönlendirilir, herkese faydası olur.
İnşallah, bize de bir gün gitmek nasip olur.




26 Ocak 2018 Cuma

Senede 100 kitap okumak mümkün

Son dönemlerde bir teknoloji bağımlılığı mücadelesidir gidiyor.
Adeta bir nefis savaşına döndü insanlar için. Özellikle de anne babalar için…
Çocuklarının internet bağımlılığından şikâyet ediyorlar ama asıl müptela da kendileri… Çokça rastlıyorum…
Bu sosyal medya, insanlardaki merakı dürtükleyen bir şey. Bu merakı doğru yere çekmek, ondan faydalanmak hepimizin kârına olmaz mı?
Mesela, o merakı kitapla gideremez miyiz?
Senede 100 kitap okumak çok mu zor?
Durun durun! Öyle hemen, ‘‘ben kitap okumayı sevmem… sıkılırım… vaktim yok’’ gibi bahanelerin ardına saklanmayın. Gerçi yazının kalanını bile okuyacak mecaliniz yoksa, zaten ümitsiz vakasınız demektir. Boşver dostum, sen bir çay al oradan, biraz da facebook da dolaş… Bak bakalım, Hilmi dayın hangi özlü sözü paylaşmış yine.
Formülü merak edenler beri gelsin. Birlikte küçük bir hesap yapalım.
Normal bir insan dakikada 200 - 400 kelime okuyabilir.
Biz garanti olsun diye rakamı da 200 kabul edelim.
Ülke ortalamamız da 180 – 220 arasıdır zaten.
Ortalama bir kitapta ise 50 bin kelime bulunur.
Yani, 100 kitaptaki toplam kelime sayısı 5 milyon eder.
5 milyon kelime ise, süre olarak 213 buçuk saate tekabül ediyor.
1 yıl içinde 213 saat! Günde 1 saat bile etmiyor.
Peki, bir yılda sosyal medyaya ne kadar vakit ayırıyorsunuz?
Günlük ne kadar vakit ayırdığınızı düşünün. Sonra da çarpın 365 ile.
Buyurun onun da ülke ortalamasını paylaşayım.
1 yılda ortalama 608 saatimizi sosyal medyayla uğraşarak geçiriyoruz.
Dikkatinizi çekerim. Sadece sosyal medya. İnternet değil.
Televizyon da cabası. Hoş, ‘‘ben zaten televizyon izlemiyorum ki’’ dediğinizi duyar gibiyim. Ama olsun. İster seyredin ister seyretmeyin. Onu hesabın içine katmıyorum.
Pek çoğumuz bu tür bağımlılıklarımızı kabul etmek istemiyoruz. Ya da, ‘‘Ama napayım, yapacak bir şey yok. Sıkılıyoruz’’ gibi bahanelerin ardında saklanıyoruz.
Hesabı yapmak da kolay tabi. Ben de kendi adıma bir özeleştiri yapacak olursam, eskisi kadar kitap okuyamaz oldum. Mesleki bir refleks olsa gerek, dünyanın en çirkin kütüphanesinin müdavimi oluverdim. İnternetin. Okumalarım, araştırmalarım, internet üzerinde yoğunlaştı. Bu vaziyetten hayli muzdaribim. Rahatsızım. Enerjimi ve merakımı, eskiden olduğu gibi yine kitaba yönlendirmeye çalışıyorum. Başardığım ölçüde de huzur bulabiliyorum.
Çünkü kitap, her şeyden önce bir kaçıştır.
Tantanalı gündemden, sıkıntıdan, stresten uzaklaştırır.
Bilmediğiniz yepyeni, gıcır gıcır bilgiler edinirsiniz.
Bambaşka insanlar tanıyabilirsiniz. Asla sokaklarda ya da sosyal medyada rastlayamayacağınız insanlar...
Hele bir de çapraz okuma yaparsınız, offf! Kendinizi geliştirir, ufkunuzu geliştirirsiniz.
İlk emir de açıktır…
‘‘İkra’’ (Oku)

12 Ocak 2018 Cuma

Ateş olmayan yerden duman çıkmaz

İran’da rüzgâr dindi artık. Ancak kafalar karıştı.Olaylar, Amerikan fitnesi miydi? Yoksa İran’da bir kaynamamı var?
Her kafadan bir ses çıktı. Gezi Parkı ile özdeşleştirenler oldu. İç siyasete yönelik söylemler geliştirildi vs.
Peki orada gerçekten ne oldu? Tam anlamıyla bilemiyoruz. Gerçek bilgi edinebileceğimiz çok az kaynak var. Ancak tahmin yürütüyoruz…
***
İran’da geçen yıl cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Reformcu mevcut Cumhurbaşkanı Ruhani %57 oy oranıyla yeniden cumhurbaşkanı seçildi.
Ancak reformcu Ruhani’nin karşısında bir kanat var. Tepkililer Ruhani’ye… Çünkü P5+1 ülkeleriyle nükleer anlaşmaya varan Ruhani, ülkeye ekonomide iyileşme sözü vermişti. Halk vaat edilen ekonomik iyileşmeyi göremedi.
İşsizlik ve enflasyon bir türlü tek hanelere indirilemedi.
Son 6 yılda bütçe %40 küçüldü.
Kendi halklarının ihtiyaçlarıyla ilgilenmek yerine, Suriye ve Irak’ta nüfuz kazanma yoluna gittiler.
Halk zamanla dolmaya başladı içten içe. Protestolar her ne kadar 28 Aralık’ta başlasa da evveliyatı var…
***
Meşhed ve çevresinde başlayan eylemler tamamen ekonomik gerekçelerle ortaya çıkmıştı. Meşhed her ne kadar muhafazakâr kimliğiyle ön plana çıksa da, eylemler de şiddet, politika ya da dinden eser yoktu. Çok sayıda Afgan mülteciyi de barındıran Meşhed’de dert, sadece ekonomi gibi görünüyordu.
Ne zaman ki 29 Aralık’ta eylemler muhafazakâr olmayan şehirlere sıçradı… İşin rengi değişmeye başladı. Çünkü kitleler değişti.
Mesela, Arapların çoğunluğunu oluşturduğu Ahvaz…
Kürtlerin hayli kalabalık olduğu Kirmanşah…
Özellikle de uyuşturucu kartellerinin yoğun olduğu Luristan…
İş burada karışmaya başladı işte. Ekonomiden çıktı… Ruhani’ye, Mollalara sert tepkiler geldi. Hoş, muhafazakârlar da Ruhani’ye ve Mollalara tepkiliydi. Ekonomiden ve yolsuzluklardan ötürü… Ancak değişen kitle, değişik şeyler söyledi. Azınlık haklarından başka başka mevzulara kaydı vaziyet…
Eylemlerde artan şiddetin uyuşturucuyla olan ilişkisini de izah edeyim.



İran, dünyada uyuşturucunun en çok kullanıldığı ikinci ülkedir.
İran’da yılda ortalama 3 binden fazla insan uyuşturucudan ölüyor.
Hem güzergâhtır, hem pazardır. Afganistan ve Pakistan sınırlarında her yıl uyuşturucu kaçakçılarıyla yaşanılan çatışmalarda 500 ila bin güvenlik görevlisi hayatını kaybeder. Yaralıları saymıyorum.
İran hapishanelerindeki mahkumların yarısını uyuşturucu kaçakçıları oluşturur ve bunların çoğu idam edilir.
Özellikle Luristan tarafında protestoların nasıl bastırıldığına dair ufak bir ipucu vereyim. İran hükümeti iki gün önce, uyuşturucu kaçakçılarının idam edilmesine ilişkin kanunu yeniden düzenlemeye karar verdi. Yeni düzenlemeyle, cezaların idam yerine 25-30 yıl hapse çevrilmesi öngörülüyor. Zamanlama manidar…
***
Ekonomik gerekçelerle protestoya başlayan muhafazakârlar, işin başka yöne evrildiğini görünce evine çekildi. Halbuki onlar başlatmıştı protestoları. Dertleri ise ekmekti. Onlar evine çekilince kalabalık eridi tabi.
Eylemlere söz konusu bu kaçakçılar haricinde azınlıklar da katıldı. Araplar, Kürtler, meydandan kolay ayrılmadılar. Türk ve Azeri nüfusun yoğun olduğu bölgelerde ise metanet vardı. Bizimkiler pek ses çıkarmadı. Kaldı ki Azeriler, İran’ın belli bölgelerinde baya kalabalıktır. Eğer seslerini çıkarsalardı, iş çok büyürdü.



***
Kısacası, ekonomik gerekçelerle başladı gösteriler. Sonrasında ise çığrından çıktı. Bunun toplumsal sebepleri var. İfade edildiği gibi bir fitne de olabilir.
Sırf iç siyasete yönelik söylemlere hizmet etmek amacıyla, ‘Ayetullah Mike yaptı. Amerikan fitnesi bu iş’ deyip sıyrılmak çok kolay geliyor tabi.
Ama oradaki İranlılara da sormaz mısınız hiç? ‘‘Kardeşim, Amerikalı bunu yaparken senin elin armut mu topluyordu?’’ diye… Hoş, önce soruyu bizim kendi ülkemizin insanlarına sormamız lazım. Hem en güçlüyüz, hem en mağdur… Nasıl oluyor anlamadım!
Velhasıl, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Fitne de olsa, toplumsal bir mesele var. Bugün fitne olmasın diye ekmek derdi için sokağa döküldükten sonra evine dönen insanlar, yarın ekonomi düzelmediğinde yine sokağa çıkacak. O zaman da mı ‘fitne’ denilecek? Yahu adamlar aç aç!
Üstelik, İranlılar dışarıdan kimin ne söylediğine de pek kulak asmazlar. Öyle iki adam, iki eylem, iki oyunla yıkamazsın. Çok daha fazlası gerekir…





5 Ocak 2018 Cuma

Aklı havada, fikri hür...

3 yaşındayken babasını kaybetmiş…
16 yaşındayken ilk kez savaşa katılmış…
20’sinde pilotluk diplomasını almış…
1. Cihan Harbi’nde de vazife yapmış, Kurtuluş Savaşı’nda da…
Yüreği vatan sevgisiyle dolu,
azimli ve hayalperest bir adam…
Onun adı Vecihi Hürkuş (1896 – 1969)
***
Savaş kahramanıdır. 1. Dünya Savaşı’nda da Kurtuluş Savaşı’nda da önemli vazifeler yapmıştır. İstiklâl madalyası verilmiştir… Onun hayalleri cephelerin, savaşların ötesindedir.
Daha 23 yaşında tasarlar ilk uçağını. Sadece pilot değildir. 5 yıl içinde ilk uçağını da monte etmek için hazırdı… 1924’te Yunan uçaklarından geriye kalan malzemeleri kullanarak bir uçak yapar… VECİHİ K-VI… uçuş için izin gereklidir. Ancak ona izin verecek bir kurum yoktur. Çünkü memlekette bu uçağı inceleyecek teknik eleman sayısı sıfırdır…
Vazgeçmez Hürkuş… Sonunda heyetten biri dayanamaz, ‘‘Biz izin veremeyiz Vecihi... Çok güveni-yorsan uç. Bizi de kurtar’’ der.
29 Ocak 1925… Vecihi uçuşu gerçekleştirir. Başarılıdır. Ancak ‘izinsiz’ uçtuğu için kendini de yakar, uçağı da heyeti de… Cezalandırılırlar. Uçağa da el konulur. Bunu üzerine THK’dan ayrılma kararı alır Hürkuş.
Yine de havacılıktan kopamaz. Milli Savunma Bakanlığının Kayseri’de kurduğu uçak fabrikasında çalışmaya başlar. Yine bir ilke imza atar. Ankara – Kayseri arası ilk hava yolu uçuşunu gerçekleştirir. Fabrikadaki çalışmalar umut verse de ödenek verilmez… Fabrika kapatılır.
***
Yine vazgeçmez… THK’daki teknik şubeye geri döner. Uçak tasarlamaya başlar. İlk sivil uçağı yapmak ister. Yıllık iznini uzatarak, İstanbul’a gider. Kadıköy’de bir dükkân kiralar… Dört arkadaşıyla beraber VECİHİ XIV’ün yapımını üç ayda tamamlar orada.
1930’da Fikirtepe’de uçuşunu başarıyla gerçekleştirir. Basın oradadır. Tüm İstanbul, tüm memleket şahittir. Fakat iş sertifika almaya gelince, yine alamaz. Çünkü hâlâ bu sertifikayı verebilecek yetkinlikte bir kurum ve teknik altyapı yoktur. Fakat bu defa hazırlıklıdır. Yardımcısı Hamit Bey ile uçağı parçalarına ayırır. Ayırırken de gözyaşları döker… Uçağın parçaları Prag’a giden bir trene yüklenir. Kendisi de atlar trene. Çekoslovakya’da ‘Yaşasın Türk Tayyareciliği’ pankartlarıyla karşılanır… Vecihi’ye ödüller verilir. Çekler yardımcı olur, üç haftada monte edilir uçak. Test sürüşleri de başarılıdır. Vecihi Hürkuş, kendi yaptığı uçakla uçarak gelir vatanına…
Ancak uçağı yine uçuştan men edilir vatanında… Sadece bakanlığın verdiği uçakla uçabileceği söylenir. Yine alır şapkasını gider Hürkuş…
***
Uçar, uçak yapar ancak yine de gerçek bir uçak mühendisliği eğitimi almamıştır. 37’de Mustafa Kemal, ‘Vecihi’den yararlanmalı’ diyerek Almanya’da Weimar Mühendislik Mektebine gönderir onu. 39’da mezun olur Hürkuş ve ülkesine döner. Uçak mühendisliği ruhsatnamesi almak için bakanlığa başvurur. Reddedilir. Gerekçesi ise, ‘iki yılda mühendis olunmaz’… Uçuş sertifikasını verebilmekten aciz memleket, elindeki tek mühendise burun kıvırmıştır. Danıştay’a gider, uğraşır, didinir ve diplomasını onaylatır. Ancak bu defa kurum onu Van’a atar… Van’da uçabilen tek şey ise, kuşlardır… Yine hüsran, yine istifa…
***
42’de “Vecihi Havada” isimli bir kitap yazar.
1948’de “Kanatlılar” adlı dergiyi yayımlar.
Aklı fikri havadadır.
Havadan zirai ilaçlama, uçakla reklamcılık gibi işlerle ilgilenir.
1954’te ilk Türk sivil hava yolu şirketi olan HÜRKUŞ Hava Yollarını kurar ve maddi imkânsızlıklar yüzünden 65 yılında kapatmak zorunda kalır.
Artık yapabileceği bir şey de kalmamıştır.
73 yaşında hayata gözlerini yumar.
16 Temmuz 1969’da… Ay’a gidebilmek için APOLLO-11’in fırlatıldığı gün…
Tüm hayatı boyunca ülkesine hizmet etmek için çalışmış, di-dinmiş. Hayal etmiş, azmetmiş, sabretmiş, ne küsmüş ne vazgeçmiş… Ve bu memleket ondan faydalanamamış yeterince. Yazık…
***
Vecihi denilince Hep Şener Şen gelir akıllara… Gülen Gözler filmindeki o çılgın Vecihi…
Sakar bir pilottur. Hep güldürmüştür. Oysa Vecihi adını bu şekilde hatırlamak, anmak, Vecihi Hürkuş’u hâlâ tanımayanlara rastlamak acı ve düşündürücüdür…
Çünkü gerçek bir kahramandır Vecihi Hürkuş ve bizim sinemamız, böyle bir hikâyeyi değerlendirmekten acizdir. Gerçi Ağustos’ta birileri çekimlere başladı, bu iş için kolları sıvadı diye haberler de mevcuttu ancak henüz bir tarih söz konusu değil. Umarım kısa zamanda tamamlanır ve güzel, gerçek bir hikâye izleriz. En azından bu kadarını yapabilmeli…

29 Aralık 2017 Cuma

2017 de geride kaldı... Kaldı mı?

1 yıl daha geride kaldı. İyisiyle kötüsüyle…
Reina katliamıyla başladı 2017… Tam 39 kişi katledildi.
Ardından İzmir’de bir hain saldırıyla sarsıldık. Fethi Sekin’in şahadeti, hepimizin yüreğini dağladı.
İlhan Cavcav’ı kaybettik. Onunla birlikte Gençlerbirliği de gitti. Yıkıldı yıkılacak koca çınar.
Kamunun devleri Varlık Fonu’na aktarıldı. Ziraat Bankası’ndan tut, Borsa İstanbul’a kadar…
Gazeteci Tayfun Talipoğlu’nu kaybettik. Keza usta oyuncu Halit Akçatepe’yi de.
Referanduma doğru giderken Hollanda krizi patlak verdi. Hani şu atlı itli hadise. Daha sonra Almanya ile de papaz olduk. Miting krizi çıktı. Söz konusu üç ülkenin de seçim öncesi dönemde söylemlerini sertleştirmesi üç hükümetin de işine yaradı. Seçimi atlatanların ‘canım kavga etmek istemiyor’ tavrı da dikkatten kaçmadı tabi.
Referandum mitingleri de yıla damgasını vurdu. Enteresan kampanyalar gördük.
Sonuç: %51,4 ile ‘evet’ çıktı. Türkiye şimdi 2019’da tamamen uygulamaya konmuş olacak Partili Cumhurbaşkanlığı sistemine gidiyor adım adım.
***
Referanduma kadar gündem kilitti. Hepimizin tek gündemi buydu. 16 Nisan sonrası 2017 daha da hareketli geçti. Özellikle sonlara doğru…
2016’da başlayan OHAL ve KHK’lar bugün olduğu gibi yine devam etti. Referandumdan 10 gün sonra 9 bin 103 polis açığa alındı.
Tunceli’de seçim sandıklarını taşıyan helikopterimiz düştü. 7 polis, 1 hakim, 1 asker ve 3 personel şehit oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan partisine yeniden üye oldu ve genel başkanlığa seçildi.
Beşiktaş üst üste 2. Kez şampiyon oldu.
Fenerbahçe ise Euroleague şampiyonu oldu.
Bir helikopter de Şırnak’ta düştü. Acı bir kazaydı. Bu defa 13 askerimiz şehit oldu. Kato’daki operasyonun kahramanları için ağladık.
14 Haziran’da MİT TIR’larının durdurulmasına ilişkin davada CHP’li Enis Berberoğlu tutuklandı.
CHP lideri Kılıçdaroğlu tepki olarak, 15 Haziran’da ‘adalet yürüşü’nü başlattı. Destekçileriyle, Güvenpark’tan İstanbul Maltepe Cezaevi’ne kadar yürüdü. Tam 25 gün sürdü ve Maltepe’de bir mitingle son buldu ‘adalet yürüyüşü’…
***
Bu arada bir de Katar krizi patlak verdi. Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, sonra Yemen, Maldivler ve Libya'da Tobruk yönetimi doğalgaz zengini Katar ile tüm diplomatik ilişkileri askıya aldıklarını duyurdu. Araya girdik falan filan…
Tekerlekli Basketbol Milli Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu.
11 Temmuz’da Fikret Hakan’ı kaybettik.
Kebapçı Selahattin skandalı patlak verdi. Bugün işler bambaşka…
15 Temmuz’un 1. Yıldönümünde eşi benzeri görülmemiş mitingler düzenlendi.
Kabine değişikliği oldu. Önceki kabineden 6 isim dışarıda kalırken 5’inin de görev yeri değişti.
Temmuz ayında bir de gök delindi. İstanbul’da son 32 yılın en yoğun yağmuru yağdı. Dolu, İstanbulluları perişan etti.
Derken Ağustos geldi… Akıncı Hava Üssü davası başladı.
Fatih Terim’in yerine Lucescu geldi.
Vatan Şaşmaz bir otel odasında öldürüldü.
Canımızı yakan bir başka hadise de Eren’in şehit edilmesi oldu. 15 yaşındaki Maçkalı Eren Bülbül, PKK’lılar tarafından vurulmuştu…
***
Sonbahar ise tam bir yaprak dökümüne sahne oldu.
22 Eylül’de Kadir Topbaş istifa etti. Arkası gelecekti…
S-400 için imzalar atıldı.
Barzani referanduma gitmek istedi. Tüm ikazlara rağmen gitti de… Ancak güvendiği dağlara kar yağdı. Başka bir deyişle o dağlar, Barzani’yi sattı. Söz dinlemedi, kaybetti.
Cumhurbaşkanı talimat verdi, TEOG kaldırıldı.
ABD, vize başvurularını askıya aldı.
Ampute Milli Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu.
Bir kısmı İstanbul’da düzenlenen Eurobasket hepimizi heyecanlandırdı. 12 Dev Adam, pırıl pırıl bir kuşakla karşımıza çıktı. Gurur yaşattı, gelecek adına umut verdi.
Mehmetçik, İdlib’e girdi.
LYS, YKS oldu.
Deniz Baykal beyin kanaması geçirdi. Şimdi Almanya’da tedavi görüyor.
Bursa ve Balıkesir belediye başkanları da Topbaş gibi istifa etti. Ancak hiçbir istifa Gökçek’in istifası kadar konuşulmadı. 23,5 yıldır yürüttüğü Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığından istifa etti Gökçek.  27 yaşında bir Ankaralı olarak hâlâ şaşırıyorum. Elimde değil. Hiç gitmeyecek gibiydi…
Şampiyonumuzu kaybettik. Naim Süleymanoğlu 18 Kasım’da hayata gözlerini yumdu.
Yerli otomobil için aranan babayiğitler bulundu. 5 ortaklı oluşumun hedefi, ilk otomobili 2019’da üretmek… Yollarda olması ise 2021 olarak planlanıyor…
DAEŞ bitti.
Zarrab Davası başladı 28 Kasım’da… Hakan Atilla da yargılandı. Karar ise önümüzdeki ay çıkacak. Kılıçdaroğlu’nun iddiaları da yine 2018’e sarkması beklenen gündem maddelerinden biri.
Tam bu gündemin üzerine Trump’ın Kudüs kararı düştü. Karar bomba etkisi yarattı. İslam İşbirliği Teşkilatı hemen toplandı. İstanbul Deklarasyonu yayınlandı. ‘‘Filistin’in başkenti Doğu Kudüs’tür’’ denildi. Ancak asıl karşılık BM Genel Kurulunda verildi.
BAE Dışişleri Bakanı’nın Fahreddin Paşa’ya terbiyesizliği de 2017’nin son gündem maddelerindendi.
Suriye’de yaşananlar ve OHAL’le gelen KHK’lar ise yıl boyunca meselemiz oldu. 2018’de de olmaya devam edecek…
***
Unuttuğum, yer veremediğim şeyler de oldu… Acısıyla, tatlısıyla koca 1 yıl geride kaldı. Fırtına gibi bir yılı geride bıraktık. 50 yıl sonra dönüp bakıldığında hatırlanacak şeyler yaşadık.
Ve yine o sözü hatırladım… ‘‘Türkiye’den üç gün ayrılın. Haberleri takip etmeyin ve geri döndüğünüzde gündemde ne olduğuna bakın. Her şeyin tamamen değiştiğini görürsünüz. Sonra üç yıl ayrılın ve yine takip etmeden geri dönün. Hiçbir şeyin değişmediğini görürsünüz’’
Hayat aynen devam ediyor. 1 yıla dönüp bakınca bunu görüyorsunuz. Özellikle, kendi hayatınıza dair bir muhasebe yaptığınızda…
Bazılarımızın geleceğe dair umudu var, bazılarımız karamsar…
Ben bu yıla karamsar başlayıp, umutla tamamlayanlardanım.
Her ne kadar moral bozucu şeyler olsa da umudu kaybetmemek lazım.

22 Aralık 2017 Cuma

Çöplükten kütüphane filizlendi


Bilen bilir, Türközü İmrahor’da 1970’lerden kalma, eski bir tuğla fabrikası vardır.



15 - 16 sene, atıl halde akıbetini bekledi bu eski bina.

Yaklaşık bir buçuk yıl önce de Çankaya Belediyesi bu atıl haldeki binanın bulunduğu alan çöp toplama şantiyesine çevirmişti.

Binanın dış dokusu da korundu. İçine temizlik işçilerinin dinlenebileceği odalar yapıldı.

Ancak burada çalışan işçiler, vaziyeti bambaşka bir boyuta taşımış.

Çöpleri topladıktan sonra arta kalan zamanda, çay ve yemek molalarında oturup kitap okumaya başlamışlar.

7 ay boyunca çöpten topladıkları kitaplarla bir kütüphane oluşturmuşlar.

4 bin kitaptan oluşan ve giderek büyüyen bir kütüphane.

Hepsi çöpten çıkma değil tabi. İşçilerin kitap topladıklarını duyan ve kitaplarını bu kütüphaneye bağışlayan yardımseverler de var.

Güzel iş çıkarmışlar. Okumak iyidir. Meyvesi güzeldir.

İşçiler şimdi mesai bitiminde de koşa koşa kütüphaneye gelir olmuş.

Almışlar tadını…



‘‘Keşke daha önce başlasaydık’’ diyen mi ararsın, ‘‘Mesai bitsin de geleyim diye can atıyorum’’ diyen mi…

Aşağı yukarı 100 kişilik bir ekip ve giderek kalabalıklaşıyorlar.

Canla başla, kütüphaneyi zenginleştirmek için kitap topluyorlar. Daha da önemlisi bu kitapları okuyorlar, okumak için can atıyorlar…

Şimdi yeni hedefleri var:

Öncelikle kitap sayısını 5 bine çıkarmak istiyorlar.

Ve bu kitapları da ihtiyaç sahibi köy okullarına göndermek niyetindeler.

Bunun yanı sıra, bir çöp kamyonunu gezgin kütüphaneye çevirmek istiyorlar.

Çocukları bu kütüphanede ağırlamak da hedeflerden biri.

Yıllar yılı İncesu’da yaşarım.

Burada doğdum, büyüdüm…

Üniversiteyi de yine yakın bir muhitte okudum. Cebeci’de…

Velhasıl, kendimi bildim bileli bu çevrede dolaştım durdum yıllarca.

Bir Allah’ın kulundan, ‘Çankaya Belediyesinden memnunum’ lafını duymadım.

Ben de memnun değilim.

Ancak bu defa şaşırttılar.

Meğer Çankaya Belediyesinde, grevlerin, işten atmaların ve sıfıra yakın hizmet anlayışının yanı sıra böyle güzel şeyler de olabiliyormuş.

Tabi aslan payı yine buradaki işçilerin. Merakla, heyecanla okuyorlar… Dahası, çöplerden kitap toplayıp, temizleyip, köy okullarındaki çocukların da okuyabilmesi için çalışıyorlar.

Helal olsun.

8 Aralık 2017 Cuma

Para, şekerden tatlıdır

Vaktiyle İngilizler, İran’a şeker satmak istemişti.
Ancak satamadılar… Talep yoktu.
Çünkü İran’da çaya tatlandırıcı olarak üzüm veya hurma katılırdı.
İngilizler de çareyi talep üretmekte buldu. Onlara göre insanları şeker tüketmeye ikna etmenin güçlü bir yolu vardı. İranlıları zayıf bir noktadan yakalamanın…
Hemen İranlı mollalarla irtibata geçtiler. Dediler ki, ‘‘Halkın şeker tüketmesi için fetva verin, kazancın %10’unu sizinle paylaşalım’’
Mollalar teklife bayıldı. Öyle ki, Cuma hutbesinde şu vaazı verdiler; ‘‘Siz Allah’ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Bundan böyle çaya şeker katacaksınız…’’
Halk anında reaksiyon verdi. Herkes çaya şeker atar oldu. İngilizler için işler bir anda yoluna girmişti. Talep oluşturabilmişlerdi.
Biraz kendilerine güvenerek, biraz da halkın şekere alıştığını düşünerek, mollalara söz verdikleri %10’luk pay konusunda kem küm etmeye başladılar. ‘‘İşlerimiz çok da iyi değil’’ gibi bahaneler ürettiler.
Para, şekerden de tatlıydı.
Mollalar baktı ki, İngilizler yan çiziyor… Yeni fetva verdiler…
‘‘Gâvur icadı şekeri, çaya katmak caiz değildir’’
İranlılar çılgın gibi evlerindeki şekerleri sokaklara döktü.
İngilizler, çareyi yeniden mollalarla masaya oturmakta buldu.
‘‘Tamam yeniden %10’luk payınızı verelim. Yeter ki şu fetvayı değiştirin’’
Ama düşmüşlerdi artık şark k
İngilizler kabul etti mecbur.
Ancak ortada bir sorun vardı. Son fetvada mollalar dedi ki, ‘‘Şeker gâvur işidir. Dökün sokağa!’’ Şimdi ne diyeceklerdi de insanlar yeniden evine şeker alacaktı? Ona da çözüm buldular.
Yeni fetva: “Biz size ‘çaya şeker katmayın’ dedik, ama ‘sokaklara dökün de’ demedik, şekeri sokağa dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur icadı şekere boy abdesti aldırarak içeceksiniz!”
Halk bu fetvaya da harfiyen uymuştur!
Kıtlama şekerin âlâmet-i farikası da buradan gelir.
Kıtlama mollanın, imanı da kıtlama olur. Kabahat ise cahilindir.
Cahili aldatmak, kandırmak kolaydır.
Burada cahilden kasıt ise, aklını başkasına emanet edendir.
Gerçek Müslüman; okur, araştırır, sorgular… İman ve samimiyet bunu gerektirir.
Aklınızı, başkalarına emanet etmeyin aa dostlar.
Aksi takdirde, çaya şeker dahi attırmazlar adama!
Haftaya görüşmek üzere.
urnazının eline. Mollalar uyanık. %20 pay istediler.

1 Aralık 2017 Cuma

3 Aralık Dünya Engelliler Günü

Önümüzdeki Pazar, Dünya Engelliler Günü…
Bir gün değil, her gün hatırlamalı onları.  
Günün maksadı da asla kısıtlanmamalı.
Ben şimdiden bir örnekle, söz konusu maksadı anlatabildiğim kadar anlatayım.
İsim isim, hikâye hikâye… Dibine kadar gerçek.
***
Osman Çakmak: Hayali futbolcu olmaktı. Şırnak’ta vatani görevini yaparken mayına bastı, sol bacağını dizinin altından kaybetti. Yine de hayalinden vazgeçmedi, futbolcu oldu. Tek ideali vatanına hizmet etmekti. Şimdi o, Avrupa Şampiyonu bir takımın kaptanı.
Feyyaz Gözaçık: Doğuştan tek bacağı olmamasına rağmen hayata sporla tutundu. Yüzme antrenörlüğü de yapıyor. Kayak ve basketbolda da çok başarılı.
Barış Telli: 4 yaşında sokakta futbol oynarken otomobilin altında kaldı. Bacağını kaybetti. Türkiye Ampute Futbol Süper Ligi'nin gol kralı oldu, milli takıma yükseldi. Sadece futbolda değil atletizmde de başarılar yakaladı. 100 metre, uzun atlama ve yüksek atlamada Türkiye şampiyonlukları elde etti.
Alican Kuruyamaç: Trafik kazası sonucu sağ ayağını kaybetti. Sıkı bir orta saha oyuncusu. Tam bir futbol tutkunu. O da ay yıldızlı formayı terletiyor.
Muhammet Yeğen: Bir bacağı kısa doğdu. TSK Engelliler Spor Kulübü’nün oyuncusu. O da bir şampiyon.
Rahmi Özcan: Sağ bacağı doğuştan engelli. Dile kolay, tam 12 kez ameliyat olmuş. En sonunda dizinden aşağısını kesmişler. Oda yeşil sahaların yıldızı.
Serkan Dereli: Doğuştan bir bacağı yok, ama golleri çok.
Fatih Şentürk: Motosiklet kazasında sol bacağını kaybetti. Şahinbey Belediyespor’un kazandırdığı yeteneklerden biri de o. Zımba gibi.
Fatih Karakuş: Çocukken yüksek gerilim hattına dokunmuş. Sol kolunu yitirmiş. Ampute Milli Futbol Takımının başarılı kalecisi.
Selim Karadağ: Bebekken yanlış bir iğne sonucu sol kolu gelişmemiş. Malatyalı, başarılı bir file bekçisi.
Kemal Güleş: 11 yaşındayken mahallede arkadaşlarıyla oynuyordu, bir inşaatta yıkım çalışması vardı. Kepçe aniden yuvasından fırladı, üstüne düştü. Sol bacağını dizüstünden kaybetti. O da TSK Engelliler Spor Kulübü’nün oyuncusu.
Ömer Güleryüz: Bebekken havale geçirdi, sol bacağı gelişmedi. Ama o da vazgeçmedi, pes etmedi.
Mehmet Yunsur: Çocukken tarlada ayağını saman makinesine kaptırdı. O da pes etmeyengillerden. Ömer ve diğerleri gibi o da bir şampiyon.
Uğur Özcan: Vatani görevini yapıyordu. Cudi’de mayına bastı. Sol bacağını dizinin altından kaybetti. Ay yıldızlılarımızın baş antrenörü.
***
Kiminin belası terör olmuş, kiminin iş kazası, kimi doğuştan…
Ama vazgeçmemişler.
Eve kapanmamışlar.
Tutkuyla hayata bağlanmışlar.
Herkes için umut olmuşlar.
Dört defa dünya üçüncülüğü, bir defa Avrupa ikinciliği,  nihayetinde de Avrupa Şampiyonluğu.
Dahası da olacak inşallah.
Ama çoktan başardılar.
 ‘Artık benden bir şey olmaz’ diyen engelliler adına dediler ki, ‘Bizden şampiyon olur’
Biz potansiyel engellilere dediler ki, ‘Biz buradayız. Her zaman ve her yerde. Arkada kaldığımızı sanmayın. Yanınızdayız’
Ders verdiler. Umut verdiler.
Ben de bir potansiyel engelli olarak diyorum ki; biz de buradayız, yanınızdayız, destekçiniziz ve azminize hayranız.
3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nü hep birlikte idrak edebilmek dileğiyle.
Haftaya görüşmek üzere.

24 Kasım 2017 Cuma

Bir Naim geçti bu ülkeden



Geçtiğimiz Cumartesi Naim Süleymanoğlu’nu kaybettik.
Geç de olsa, ilk fırsatım bugün de olsa yazmak istedim.
***
Naim’in anlamlarından biri, cennetin içinde bir bölüm demektir. Dar’un naim’den gelir.
Allah mekânını cennet eylesin.
***
23 Ocak 1967’de, Bulgaristan’da, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kırcaali’de doğar büyür. Bir maden işçisinin oğludur.
Daha 12’sinde keşfedilir. Çocuk parkında oyun oynarken… Güreşle başlar. Sonradan haltere geçer.
Boyu kısadır. Bu da halter için büyük avantaj demektir. Çünkü kolunuz ne kadar kısaysa, o kadar kolay kaldırırsınız.
Bu özelliğini annesinden aldığını söyler.
***
İnsanları asimile eden bir politika güdülür Bulgaristan’da. Zorunlu göçler, dışlamalar, Bulgarca konuşma zorunluluğu, isim değişiklikleri gibi.
Naim’in de adı değiştirilir. İlk kez dünya rekortmeni olduğunda, adı Naum Shalamanov olarak anons edilir. Dünyaları kaldıran adam, bunu kaldıramaz.
Sindiremez dayatmaları. Türkiye’ye gelmek ister. Vatanına.
86’da Avustralya’daki Dünya Şampiyonası’nda ipler kopar. Naim’le temas kurulmuştur zaten. 1 yıl şifreli görüşmeler yapılır. Bizzat Özal’ın talimatıyla Dışişleri ve MİT ortak bir operasyon yapar. Naim yuvasına getirilmiştir.
Naim’in getirilmesiyle, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin maruz kaldığı muamele tüm dünyanın gözleri önüne serilir. Hikâye nefistir. Bundan daha güzel bir başkaldırı ve PR olamazdı herhalde.
Hayatı nasıl film yapılmaz bugüne kadar anlayabilmiş değilim.
Muhammed Ali’den aşağı bir film olacağını da düşünmüyorum.


***
3 olimpiyat altın madalyası.
7 Dünya şampiyonluğu.
6 Avrupa şampiyonluğu.
46 dünya rekoru.
Daha 16’sında ağırlığının 3 katını kaldırmış bir sporcu.
Tek tek rekorlarını, madalyalarını anlatacak halim yok.
***
Sadece 96’da Atlanta’daki performansını izlemeniz yeterli olur.
Kendisine en çok yaklaşan rakibi Valerios Leonidis’le rekabeti inanılmazdır.
Spor tarihinin en önemli düellolarından biridir.
Hiç kuşkusuz halter sporunun da zirve yaptığı gün o gündür.
Çünkü Naim’e bir rakip çıkmıştır.
Naim’e yaklaşabilmiştir Leonidis ancak kazanan yine Naim olmuştur.
Sıkı dostlardır aynı zamanda.
Cenazesinde Naim’in tabutuna sarılır rakibi. Gözyaşları döker…
***
Leonidis, Naim'i uğurlarken.

Naim’in sporumuza en önemli katkısı, çocukları yönlendirmesiydi.
Çünkü bizim çocuklarımızın da başarabildiğinin göstergesiydi Naim.
Bugünle mukayese etmek çok yanlış olur.
Bırakın madalyayı, bayrağı bile göndere çekilmeyen bir ülkenin sporcusu o.
Velhasıl, sporcudan çok daha fazlası.
Bugün bir Portekizli çocuk için Ronaldo neyse, benim kuşağım için Galatasaray’ın UEFA kupasını kazanması neyse, bunun kat be kat üzerini tahayyül etmeye çalışın.
O kaldırdıkça, zihinlerdeki zincirler kırıldı gençlerde. Büyükler gözyaşı döktü sevinçten.
Meyvelerini topladık 2004’te.
Atina Olimpiyatlarında; Halil Mutlu, Nurcan Taylan, Taner Sağır gibi sporcular madalya üstüne madalya almışlarsa, Dünya ve Avrupa şampiyonlukları yaşamışlarsa, bunun kıvılcımı Naim’dir.
Bir sporcunun bundan daha ulvi bir işlevi, hizmeti olamaz.
Gerçi hoş biz onun da kıymetini bilemedik. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünde halter dersinden bıraktık Naim’i 1991’de.
Baya halter dersinden kaldı Naim. ‘Stili hatalı’ denildi. ‘Halteri eksik biliyor’ denildi. Hatta ‘Halteri bilmiyor’ denildi.
Oysa Naim’in stili; hızlıydı, özgündü. Koparmadaki ‘kılıç çekmek gibi’ diye tabir edilen hıza sahipti.
Avrupalı kıymetini bildi. Uluslararası Halter Federasyonu Yönetim Kuruluna aldı onu. Orada da katkı sağladı. Ancak burada federasyon başkanı olmak istedi. O dönem birilerinin adamı olmadığı için, yaptırmadılar. Seçilemedi.
Yanlış anlaşılmasın. Kıymet görmedi demiyorum. Gördü. Fakat çok daha fazlasını alabilirdik ondan... İzin verilmedi.
Naim’den yeterince faydalanamadık. Bir dönem dünyada bir numaraydık halterde. Tetikleyicisi de oydu. Şimdi baş aşağı gidiyoruz. Sebep aramaya gerek yoktur herhalde?
***
Velhasıl, bir Naim geçti bu ülkeden.
Allah rahmet eylesin.

17 Kasım 2017 Cuma

Asıl mesele öğretmen

Hayli zamandır eğitim sistemimize ilişkin tartışıyoruz.
Yenilikler, alınan kararlar, dönülen kararlar…
Çocuklar denek oldu. Hepsi perişan. Her kafadan da bir ses çıkıyor.
O kafalara bir ses daha ekleyen Schleicher röportajından bazı kesitler paylaşmak istiyorum bu hafta.
Haber Türk Gazetesi, PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) Direktörü Andreas Schleicher ile Türk eğitim sistemi üzerine bir röportaj yapmış. Bir de bu açıdan bakalım derim. Sağlıklı bir özeleştiri olur.
PISA üç yılda bir sınav uygular dünyanın dört bir yanında.
15 yaşındaki çocukları değerlendirirler.
Matematik sorarlar, fen sorarlar vs.
Ülke olarak bu sınava 2003’ten beri katılıyoruz.
Son sınav ise 2015’te yapıldı. 72 ülke arasında 50. olduk. Bilim ve matematikte sondan ikinciyiz.
Şimdi gelelim Scleicher’in değerlendirmelerine... Bakın ne buyurmuş…
-    Başarılı eğitimin anahtarı olarak, ‘‘Her çocuğun öğrenebileceğine güvenmeli’’ diyor.
-    ‘‘En iyi sistem, her öğrencisini başarıya götürebilendir’’ diyor.
Kabul edersiniz ki, ikinciyi sağlamak çok zor. Ancak genel bir başarıdan söz edebilmek için şu teşhisi koymuş Scleicher, ‘‘ Eğitimin genel başarısı öğretmenin başarısından fazla olamaz. Yani öğretmen ne kadar iyiyse, sistem de o kadar iyi olur. Önemli olan, en yetenekli kişileri öğretmen olmaya çekmek. Öğretmenlik prestijli olmalı… En yetenekli öğretmenleri de en zor koşullardaki okullara vermeli. Çin bunu çok iyi başarıyor. Dezavantajlı kesimden geliyorsanız, hayatınızda tek bir şans var: İyi eğitim almak. Temel mesele, en muhtaç olanın en iyi eğitimi alması.’’
Baktığınızda atla deve değil. Herkesin düşünebileceği, son derece basit, temel tespitler gibi gelebilir. Ama hayır. Bunu bile düşünüp uygulamaktan aciziz. Bırakın uygulamayı, son 1 aydır tartışıyoruz bu eğitim meselesini, kaç bürokrat ya da siyasi ya da eğitimci çıkıp dedi ki, ‘‘İşin anahtarı sistem, sınav değil öğretmen kalitesidir.’’ Oturup bunu düşünmek lazım.
BAŞKA NELER DİYOR SCHLEİCHER
‘‘Artık okuryazarlık bilgiyi bulmak değil, inşa etmek’’ diyor.
‘‘Türkiye’de çok matematik öğretiyorsunuz ama geleceği şekillendirecek olan matematikle alakanız yok’’ diyor.
‘‘Öğrenciler matematikten korkuyor, çünkü temeli yok. Her gün formül dayatırsanız öğrenciler matematiğin ne olduğunu anlamaz zaten. Tek yol matematiğin derin anlamını öğretmek’’ diyor.
‘‘Devamlılık ve tutarlılık önemli, öğretmene ve öğrenciye her gün yeni bir şey anlatırsanız, bir gün hiçbir şeye inanmaz hale gelirler’’ diyor.
‘‘Ezberde iyisiniz ama elinizdeki bilgiyi uygulamakta zayıfsınız’’ diyor. PISA skorlarında geriye düşmemizi de buna bağlıyor. Çünkü artık dünya ezberden uzaklaşıyor, doğrudan uygulamaya ve üretkenliğe kayıyor. Kısacası yeni dünya düzenine ayak uyduramıyoruz.
‘‘Geleceğin öğretmeni daha az eğitmen, daha çok akıl hocası olacak’’ diyor.

YENİ SINAV SİSTEMİ

TEOG’un yerine gelen yeni sistem hakkında da düşüncelerini paylaşıyor.
‘‘Mahalle okulu sistemi prensipte çok iyi işleyebilir’’ diyor. Ancak şunu da ekliyor: Bu sistemi getiriyorsanız, en iyi öğretmenlerinizi en dezavantajlı okullara göndermeniz şart. Aksi takdirde makas açılır. Eşitsizlik daha da büyür.
Zaten biz de bundan korkmuyor muyuz? Emlak piyasası şimdiden kaliteli okul mesafesine göre şekil almaya başladı.
En sevdiğim tespitlerinden biri de şu oldu: Seçmek iyi bir yöntem değil.
Malumuz, 3 yıllık müfredat, 60 soru ve süre 90 dakika…
Bütün meseleyi bundan ibaret görüyoruz.
Bir ekliyoruz, bir çıkarıyoruz.
Sınavla, öğrenciyi seçmekle falan uğraşmayın arkadaş. ‘‘Gelişime odaklanın’’ diyor.
Derdimiz şu olmalı: Öğrenci nasıl daha iyi öğrenir? Öğretmen nasıl daha iyi öğretir?
Açık uçlu soru meselesine de değiniyor. Çocukların kendi cevabını oluşturması iyi hoş da… ‘‘Çok net bir notlama yönergeniz olmalı…’’ diye de ekliyor. Çünkü nasıl yapılacağı şüpheli. Kafalar karışık, durum suistimale çok açık… Gerçi onun da çözümü var. PISA, cevap kâğıtlarını 4 ayrı kişiye okutuyor. Örnek alınabilir.

SON AŞAMA TAVSİYE

Hükümete diyor ki, ‘‘Öğretmenlere daha fazla fırsat verin. Kendilerini geliştirmelerini sağlayın. Öğretmenliği hem finansal açıdan hem de entelektüel açıdan çekici kılın’’
Öğretmene diyor ki, ‘‘İyi öğretmen araştırmacıdır. Sadece ders kitabında yazanı öğretmez. Yeni eğitim teknikleri geliştirin, sürekli öğrenin’’
Ebeveynlere diyor ki, ‘‘Çocuklarınıza özgüven aşılayın. Öğretmenlerini destekleyin’’
Öğrenciye diyor ki, ‘‘Yeni fikirlerden ve hata yapmaktan korkmayın. Sınavlara değil hayata kafa yorun’’
Bana düşen pay da, eğitimin geleceğinin kodlarda ya da yazılımlarda değil toplumsal değerlerde saklı olduğunu söylemesi oldu.
Velhasılı; sınavlar, yasaklar, sistemler, değişiklikler olmamalı bizim meselemiz.
Onun yerine, ‘Nasıl daha kaliteli öğretmenlere sahip oluruz?’ Sorusunu sormalı.

Ankara'ya dev kütüphane

Pek çok Ankaralının ‘‘Bu bina ne olacak?’’ sorusuyla karşılaşınca şaşırdım. Meğer, kimse bilmez. Önünden geçince merak eder. Sonra da unutur...

31 Aralık 1999